Hakkımda

Fotoğrafım
Türkiye
Unutmamak adına bir AKIL DEFTERİ.

30 Kasım 2010 Salı

Kafka Ne Demiş?


"İnsanın belli başlı iki günahı vardır, öbürleri bunlardan çıkar; 'sabırsızlık ve tembellik...' Sabırsız oldukları için cennetten kovuldular, tembelliklerinden geri dönemiyorlar."

   Franz KAFKA
   Aforizmalar  

26 Kasım 2010 Cuma

Los CronoCrimenes

Nacho Vigalondo isimli yönetmenin hem yazdığı hem de oynadığı 2007 yapımı bir İspanyol filmi Los CronoCrimenes veya İngilizce ismiyle Time Crimenes.

Bilinen bir senaryo fakat orjinal bir film. Oyunculuklar iyi. Hektor ve karısı Clara evlerine yeni taşınmıştır. Hektor dürbünle etrafı gözetlerken ormanda soyunan bir genç kadın görür. Merakına yenik düşerek bakmaya giden Hektor yüzü sargılı biri tarafından saldırıya uğrar, kaçarken bir bilimsel tesise sığınır. Tesisteki bilim adamı onu saklamak için bir aletin içine saklar. Hektor aletten çıktığında yaşadığı günün sabahına geri dönmüştür. Filmin bu noktasında daha fazla kafa yormanız gerekmektedir. Çünkü Hektorların sayısı ikiye çıkmıştır. Hektor olanların önüne geçmek için 1. Hektorun soyunan kızı görerek ormana gitmesini engellemeye çalışır. Fakat hiçbir şey değişmez. Çünkü öğreniriz ki yüzü sargılı saldırgan da Hektor'dur. (2. Hektor) Üstüne üstlük karısının ölümüne de sebep olur. 

Sürprizlere açık olan, bilmecelerle dolu bir film CronoCrimenes.  İzlerken aklıma zamanda yolculuk konusunu işleyen Twelwe Monkeys ve Butterfly Effect geldi. Hektor olayları değiştirmeye çalıştıkça herşey kendini tekrar ediyor. Hatta 3. Hektor'un (Biliyorum Hektorların sayısı kafa yoruyor) filmin sonunda ki kabullenmişlik ya da kaderciliği çok güzel işlenmiş.

Zamanda döngüsellik iyi anlatılmış. Tıpkı kuyruğunu yutan yılan gibi. Döngü sonsuzdur. Hektor ne kadar çemberi kırmaya çalışsa da herşey başa dönüyor.

Ben zevk alarak izledim bu filmi. Hatta Hollywood filmi yeniden çekecekmiş, aynı tadı verir mi bilmem.  







Bir Koleksiyon Denemesi


İçinizde koleksiyon yapmayan ya da yapmayı düşünmeyeniniz var mıdır? Eminim ki çoğunuz bu sevdaya veya meraka ömrünüzün bir döneminde düşmüştür. Koleksiyon kadim bir meraktır ya da genel bir ifadeyle 'hastalıktır'. Eğer kendinizi bu hastalığın kollarına iyice kaptırmışsanız emin olun tedavisi de bulunmamaktadır.

Artık ne olduğu önemli değil ama sürekli biriktirirsiniz. Artık herkesin hayatının bir döneminde aklından geçirdiği pul mu olur yoksa başka bir obje mi bilmem. Hastalık çeşitlidir. Pul, kartpostal, para, zarf, kibrit kutusu, gazoz kapağı, tesbih, peçete, kitap, dvd, afiş, balta, bıçak, kalem, sigara paketi ya da daha pahalı ve zahmetli bir zevk olan tablo, tarihi eser gibi. 

Ben de koleksiyon demeyeyim de biriktirmeye 'Pembo' sakızlarının paketlerinde çıkanları biriktimekle başladım. Bir ara pul ve para biriktirmeyi de denemedim değil. Üniversite yıllarımda telefon kartı biriktirdim. Bu koleksiyonumu ihmal etsem de hala elime geçtikçe de biriktiririm telefon kartlarını. Ama uzun süredir benim sevdam 'AYRAÇ'lar. Evet ayraç biriktiriyorum. Onlarla ilgilenmek, tasnif etmek beni çok mutlu ediyor. Yapanlar bilir koleksiyonuyla ilgilenmek kadar insanın kendi kendisini mutlu eden başka bir dert (!) yoktur. (Bir de kitaplarımla, kütüphanemle ilgilenmek bu mutluluğu verir bana.)

Bence hayatın bu hengamesinde, sizin de böyle küçük mutluluklara ihtiyacınız muhakkak vardır. Ve inanın fark etmemiş olsanızda ucundan kıyısından siz de bir şeyler biriktirmişsinizdir. 

25 Kasım 2010 Perşembe

Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi


Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi filmini izlemeyeniniz veya en azından duymayanınız kalmamıştır. Ben de işte bu film  izledikten sonra uyarlama olduğunu öğrenince kitabını okumak istedim. Çünkü film 'hayatı tersten yaşamak' gibi özgün ve ilgi çekici bir temele dayanıyordu.

Kitap filmin aksine çok kısa. Yalnız bunu anlamlandırabiliyorsunuz. Sonuçta film bir romandan değil Fitzgerald'ın bir uzun öyküsünden uyarlanmış. Fakat kitabı okumaya devam ettikçe filmden farklı olarak başka sürprizerde bizi bekliyor. Şunu söyleyebilirim ki kitap ve filmde aynı temele dayana hikaye, farklı mecralarda akıyor. Örneğin, kitap da Benjamin'in doğumuyla başlıyor fakat filmin aksine babası Benjamin'i reddetmiyor, kabulleniyor ve kitabın ilerleyen bölümlerinde de eğitiminden askerlik gibi sorunlarına kadar onunla ilgileniyor. Kitapla filmin benzer noktaları sınırlı: İsimleri aynı, zamanın akış yönü aynı ve bedenin değişimi aynı, bunların dışında kitapta farklı bir öyküyle karşılaşıyorsunuz.

Dediğim gibi filminden bambaşka bir okuma bu kitapta sizi bekliyor. 

Masalcı


Llosa haftasında okuduğum ikinci kitap olan Masalcı, beni okuduğum ilk Llosa romanından daha fazla memnun etti.

Yüzünde ürkütücü bir doğum lekesi olan Yahudi asıllı Perulu Zuratas'ın öyküsü, Masalcı. Zuratas'ın eski bir dostu, bir sergi sırasında Amazon yerlilerinin 'Hablador' (Masalcı) dedikleri bir resmi gördüğünde bu resimdekini tanıdığını fark ediyor ve hikayemiz böyle başlıyor.

Nobel ödüllü Güney Amerikalı yazar Mario Vargas Llosa bu kitabında diğer Güney Amerikalı yazarların yolundan gidiyor ve efsanelere, mitolojik öğelere yer veriyor. Bir başka ifadeyle ya da daha klasik bir ifadeyle yazar köklerine iniyor.

Güney Amerika yerlilerine ait söylencelerin de katkısıyla ortaya benim için çok zevkli bir okuma oldu. Umarım diğer Llosa kitaplarından da bu tadı alabilirim. Eğer Llosa okuyacaksanız 'Masalcı'yı gözden kaçırmayın derim. 

Bir Kadının Yaşamından 24 Saat ve Bir Yüreğin Ölümü


Satranç'tan sonra Stefan Zweig okumalarım devam ediyor. Bu bayram tatilinde okuma fırsatı bulduğum kitaplardan biri de Zweig'in iki öyküden oluşan Bir Kadının Yaşamından 24 Saat ve Bir Yüreğin Ölümü kitabı oldu. Zweig, yine beni kendisine hayran bıraktı. Her iki öyküsünde de karakterler ince ince işlenmiş, canlı betimlemeler ve psikolojik tahlilleri ustaca yapılmış. Uzun cümlelere rağmen insanı sıkmıyor. Ve bence en az Satranç kadar okunması gereken ve ilgiyi hak eden bir Zweig kitabı.

İlk öyküde Mrs. C.'nin kumarhanede tanıştığı genç bir adam için yaptıkları ve hayalkırıklıkları anlatılıyor. Mrs. C. anlatırken sanki karşısındaki sizmişsiniz gibi hissediyorsunuz. Stefan Zweig, bana göre kadın psikolojisini ustaca aktarmış. İkinci öykü olan 'Bir Yüreğin Ölümü'nde ise Salomonsohn isimli hayatı yaşa(ya)mamış ya da sürekli ailesi için yaşamış, onlar için çalışmış kahramanımızın onlara nasıl yabancı olduğunu, nasıl dışlandığını fark etmesi ve yaşarken yüreğinin ölümüne gitmesini yer yer iç karaltıcı ama yine de ustaca anlatılmış.

Bu kitaptan sonra anladımki Stefan Zweig sürekli okunması gereken bir isim. Kimbilir belki bir gün bir Zweig haftası bile yapılabilir.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Palomino Molero'yu Kim Öldürdü


Llosa haftasına başladığımda elimde iki kitap vardı, ben de kısa olanından başlayayım dedim. Kitap,adının da çağrıştırdığı gibi polisiye bir roman olmasının yanında alt metin olarak sınıfsal ayrımcılığı çok güzel anlatıyor.

1950'lerin Peru'sunun Talara isimli bir kasabasında Palomino Molero'nun işkence görerek vahşi bir şekilde katledilmesiyle başlıyor kitap. Bu cinayeti soruşturma görevi de soruşturma tekniklerde usta olan Teğmen Silva ile duygularını çabuk yansıtan, daha yolun başında olan Lituma'ya verilir. Teğmen ve Lituma soruşturmayı ilerlettikçe Palomino'nun askerlikten muaf olmasına rağmen orduya yazıldığını, sınıf farkına rağmen aşkının peşinden gittiğini ve cinayetin temelinde de bu aşkın olduğunu öğreniyoruz.

Kitabı bir cinayet romanının da ötesine götüren ve hikayenin temelini de oluşturan bu sınıf ayrımcılığı oluyor. Kurbanın kendi sınıfından olmayan birini sevmesi, halkın bu cinayeti kodamanların işlediğini ve devletin bu cinayetin üzerini örteceğini düşünmesi, olay aydınlatıldıktan (!) sonra da farklı senaryolar üretmesi  sınıf ayrımcılığının, eşitsizliğin yanında sınıfsal bir önyargıyı da anlatıyor.

Yer yer gülümseten ama daha çok hüzünlendiren kitabı okurken ben pişman olmadım. Llosa okumaya karar verirseniz sizin için de iyi bir başlangıç olabileceğini düşünüyorum.

Kutsal Aile


Kutsal Aile önceleri Fatih Altınöz'ün afili filintalar sitesinde bölüm bölüm yayınladığı, tadı damağımızda kalan hikayeleri şeklinde ilerliyordu. Fakat uzun süredir sesi soluğu çıkmıyordu. Bu hikayelerin daha sonra kitaplaştırıldığını görünce alıverdim. Kitaba bayram tatiline giderken yolcu otobüsünde başladım ve yolculuk bittiğinde kitap da bitmişti.

Kitabın arka kapağına baktığımda oldukça iddialı ve insanı okumak için sabırsızlandıran ifadeler karşıma çıktı. Kitabı okumaya başlamama kendimi kaptırmam da bir oldu. Fatih Altınöz, akıcı, komik  ve sürprizlerle dolu bir roman yazmış.

Bir bankada memur olarak çalışan İsmail'in şehirli ailesi etrafında dönen olayları İsmail'in gözünden aktarıyor ve bu olaylar ortaya çıktıkça İsmail'in ruh hali ustaca anlatılıyor. Kitap, İsmail'in kayınpederinin doğum gününe katılması ve ardından uzun süredir Kıbrıs'ta bulunan ağabeyi Aytekin'in geri dönmesiyle başlıyor, bundan sonra hiçbir şey İsmail için aynı olmayacaktır. Önce anne ve babası ile ilgili sırları öğreniyor, bankada güvendiği ve saygı duyduğu Erçin Abi'nin çapkınlıklarını öğreniyor ve yine bankada çalışan Saliha'ya aşık oluyor.

Bütün bu olayları okurken İsmail'in her iki ailesinde de nasıl söz sahibi olamadığı ve psikoloji içinde çırpınmalarına gördükçe hem onun için üzülüyor insan hem de aptallığı ve masumiyeti (?) karşısında gülmeden duramıyor. Bence okunmayı hak eden bir kitap ve vaktin nasıl geçtiğini anlamayacaksınız. 

11 Kasım 2010 Perşembe

The Lazarus Project


Türkiye'de Cennet Projesi ismiyle dağıtımı yapılan The Lazarus Project, uzun süredir elimin altında olan ama bir türlü izleme sırası gelmeyen bir filmdi. Bu gece ne izleyeyim diye raflara bakarken gözüme ilişince oturup izleyeyim dedim.

John Glenn'in hem senaryosunu yazdığı hem de yönettiği, başrolde Paul Walker'ın olduğu film önce klişeleşmiş standart bir Hollywood senaryosu olarka ilerliyor. Şartlı tahliye ile dışarda olan Ben, eşi ve kızı ile mutlu bir şekilde yaşarken birgün hapisten çıkan kardeşi Ricky bir soygun işi teklif eder. İlk başta teklifi reddeden Ben, tam o sırada işten atılınca teklifi kabul eder. Soygun sırasında polisin gelmesiyle çıkan çatışmada güvenlik görevlisi ve kardeşi ölür ve Ben idama mahkum edilir.

Asıl hikaye burdan sonra başlıyor ve Ben idam edilmeyerek kendini bir kasabada buluyor: Kendisine yeni bir şans verilmiştir, geçmişi, ailesini unutacak ve artık hep bu bir akıl hastanesinde çalışacak ve bu kasabada yaşayacaktır. İşlediği suçun kefareti daha önceki yaşamını yok saymak, bir başka ifadeyle yeniden doğmaktır. Filmin bu noktasından sonra gerilim dozu genel olarak hiç düşmeden ilerliyor. Bir ara izlerken Shutter Island'ı anımsatıyor.

Film her ne kadar kaçırılmaması gereken bir film olmasa bile yine de izlenesi. Denk gelirseniz bu gerilim filmini izleyin derim. 

10 Kasım 2010 Çarşamba

Otuz Dokuz Basamak


Kitabı ilk gördüğümde biraz araştırayım dedim. John Buchan'ın Otuz Dokuz Basamak isimli romanının ölmeden önce okumamız gerekn 1001 kitaptan biri olarak seçildiğini, türünün polisiye olduğunu ve Alfred Hitchcock tarafından da filme çekildiğini görünce aldım.  

Richard Hannay isimli kahramanımızdan, bir gün Scuuder isimli komşusu Almanların Yunan başkanına suikast düzenleyeceğini ve bunun bir dünya savaşının başlangıcı olacağını söyleyerek yardım ister. Yardım isteğinden birkaç gün sonra Scudder'in, kahramanımızın dairesinde öldürülmesi üzerine Hannay, hem cinayeti kendinin işlemediğini kanıtlamaya hem de bu suikasti önlemeye çalışır.

Kitap konusu itibariyle güzel olmasına rağmen benim okuduğum çevirisi hem kötü hem de kısaltılmış. Benim için bir fiyasko olan bu okumadan sonra biraz araştırınca kitabın Altın Bilek Yayınlarından tam metin olarak çevrildiğini öğrendim. Kitabı okumak isteyen olursa tavsiyem Altın Bilek Yayınları baskısını okumaları ya da filmini izlemeleri.

3 Kasım 2010 Çarşamba

Micmacs a Tire-Larigot


Jean-Pierre Jeunet'ten bir görsel şölen daha. İzlerken görselliğine, naifliğine, renklerine, oyunculuğuna hayran oluyorsunuz, keşke hiç bitmese diyorsunuz. Sanki soğuk bir günde, bir fincan sıcak kahve içermiş gibi... Uluslararası silah ticareti üzerine bir film olmasına rağmen animasyon tadında, ayrıntılar üzerine harika bir film.

Amelié'yi sevdiyseniz bunu da seveceksiniz.


Muska / Öte Yer



Sadık Yemni ismini daha önce duymuştum, fakat hiç okumamıştım. Geçen ay sahafta gezerken Muska ve Öte Yer kitaplarının 3 TL'den satıldığını görünce hemen aldım. Fantastik kitapları da severim, aldım bir hemen okuyayım dedim fakat iki denemede de ilerleyemedim, kitabı bıraktım. Geçen haftaki tatili fırsat bilip biraz da inat ederek okuyacağım dedim.

Muska'ya başladıktan bir süre sonra kitap daha hızlı ilerlemeye başladı, fakat yine de bir türlü kitabın havasına giremedim. Kitap her ne kadar zamanda yolculuk, cinler, periler, hayaletler gibi vaat eden bir konuyu barındırmasına rağmen bendeki olmamış imajı bir türlü geçmedi. Kitabın kahramanı Sarp ilk başta gözüme yeni bir Alper Kamu karakteri olarak gözükse de kitapta bir türlü olaya ağırlığını bırakamadı. Kitabın finalinde de Sarp'ın olaya etkisi ya da düğümün çözülmesi çok basit oldu. Benim için hayal kırıklığından ileri gitmedi.


Öte Yer kitabını sırf ilk kitabı okudum diye okudum. Artık 18 yaşlarında bir genç olan Sarp'ın maceraları devam ediyor ama ben Öte Yer'i okurken Muska'yı bile aradım. Galibe bende oluşan o ilk kötü imaj, ön yargı kolay kolay yok olmayacak.

Sonuç olarak Türk Edebiyatında fantastik bir kitap okuyacaksan Sezgin Kaymaz'dan şaşmamak gerektiğini bir kez daha anladım.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Glennkill - Bir Koyun Polisiyesi


Geçen hafta yıllık iznimin kalanını kullandım. Uzun süredir okumayı düşündüğüm fakat hep ertelediğim bir kaç kitabı da bu arada okuma fırsatı buldum. 

Okuduğum kitaplardan sonuncusunu ilk başta tanıtayım. Glennkill - Bir Koyun Polisiyesi ismiyle dilimize çevrilen Leonie Swann'ın kitabı Glennkill isimli bir İrlanda kasabasında bir sabah otlağın ortasında ölü bulunan koyun çobanı George Glenn'in  katilini bulmaya çalışan koyunların gözüyle bir cinayet romanı. Kitabın kahramanları koyun, hem de birbirinden farklı karakterlerde. Her bir karakter öyle üstünkörü anlatılmamış, birbirinden farklı kişilikleri ustaca yansıtılmış.

Kitap, koyunların gözünden bir cinayet romanı olmasının yanında yine onların gözünden insanların dünyasını anlama çabasını da anlatıyor: İnsan ilişkileri, ruh, ölüm, tanrı kavramlarını koyunların bakış açısıyla okuma çok ilginç. Koyunlar, bu süreçte hem cinayetin izini sürerken diğer yandan bu küçük kasabada gizli kalmış bir çok sır da ortaya çıkıyor.

Ben okurken çok eğlendim, tabi bunda Vedat Çorlu'nun güzel çevirsinin de payı büyük. Umarım yazarın diğer kitapları da dilimize çevrilir.