Hakkımda

Fotoğrafım
Türkiye
Unutmamak adına bir AKIL DEFTERİ.

30 Mart 2011 Çarşamba

Büyük Balık


"Bir adamın anlattığı hikayelerin hatırlanması o adamı ölümsüz kılar..."

Masallara ayrı bir ilgim vardır. Kitaplığımın hatırı sayılır bir kısmını masallar ve masal araştırmaları oluşturmaktadır. Masal-filmlere de bayılırım, dolayısıyla sinema da en güzel masalları anlatan Tim Burton, benim için ayrı bir yerdedir. Burton'ın masalsı filmi Big Fish'in uyarlandığı, Daniel Wallace'ın hayran olunacak hayal gücünün ürünü 'Büyük Balık - Efsanevi Ölçülerde Bir Roman' gecikmeli de olsa nihayet bu yılın başında YKY etiketiyle raflardaki yerini aldı. Tabi hızla benim masamda da kendisine bir yer buldu.

Kitap, ölüm döşeğindeki Edward Bloom'un oğlunun babasının hayatı üzerine anlatılardan oluşuyor. Efsane ve masalın içiçe geçtiği bir yaşamın üzerinden oğlunun anlatısıyla tekrar gözlerimizin önünden akıyor. Edward Bloom, daha doğumunda farklı ve olağanüstü olduğunu belli eder. Fantastiğin içinde bir yaşamdır yaşadığı. Hayvanlarla konuşur, bir devi ehlileştirir, çok hızlı koşar, bir kaç haftada binlerce kitap okur... Kitabın bu ilk kısımlarını okurken sanki bir masalın içinde yolculuk ettiğiniz hissi yakanızı bırakmıyor. Fakat sayfalar ilerledikçe efsane ve masalların içinden sıyrılan bir insan olarak Bloom karşımıza çıkıyor.

Kitabın. "Babamın Ölümü" kısımlarını okurken bu kez bilindik fakat farklı anlatılan bir 'babalar ve oğullar' hikayesiyle karşılaşıyoruz. Bu kısımlar aynı zamanda baba ile oğlun (daha çok oğlun) hesaplaşması. Küçükken efsanevi, güçlü, ulaşılmaz olan babanın zaman geçtikçe, çocuk büyüdükçe nasıl etkisini yitirdiği, gerçekliğinin sorgulandığı bir figür haline geliyor. Çocuk büyüdükçe, baba küçülmektedir; fakat çocuk ne kadar büyürse büyüsün babanın gözünde hep küçük kalmaktadır: 'Karşılık vermiyor, çünkü ölmek üzere olmasına rağmen hala benim babam ve kendisiyle çocuk gibi konuşulmasından hoşlanmıyor. Geçtiğimiz bu son sene içinde yerlerimizi değiştirdik: Ben babaya dönüştüm, o da bu aşırı koşullar altında davranışlarından memnun olduğum hasta oğula' (Syf. 66)


Kitabı bitirdikten sonra açıp Big Fish'i tekrar izledim. Fakat ne kadar güzel bir film olsa da; sadece bu filme has olmayan, bir kitabın uyarlamasını izledikten sonra yakanızı bırakmayan bir eksiklik duygusu yine kendisini hissettirdi. Filmde baba ile oğul arasındaki iletişimsizlik ve çatışma daha keskin bir şekilde anlatılıyor. Kitap bittiğinde masalsı havasını korurken, film bittiğinde masalla gerçek içiçe geçiyor; hangisi gerçek hangisi masal sorusunun cevabı izleyicinin seçimine kalıyor.

Son olarak, kitabı okurken de filmi izlerken de; aslında fantastik bir hikayeden öte bir baba ile oğul hikayesi okuduğunu anlıyorsun ve kadar uzak olursa olsun, babanın ölümünün beklenmezliği vuruyor. Sarsıcı ve fark ettirmeden geliyor, bir de bakıyorsunuz ki yaş gözlerinizden akıvermiş. İşte bu duygular içinde kitabın kapağını kapatınca aklıma Cemal Süreya'nın 'Sizin Hiç Babanız Öldü mü?' şiiri geldi:

"Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Şöylelemesine maviydi kör oldum
Taşlara gelince hamam taşlarına
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?"








14 Mart 2011 Pazartesi

Hi Ho



"Bu, yazıp yazacağım en samimi otobiyografi. Ona şakşak diyeceğim. Çünkü abartılı ve gülünç. Tıpkı şakşak komedi filmleri - özellikle de şu eski Laurel ve Hardy'ninkiler- gibi.
Yani hayatı duyumsadığım gibi.
Sınırlı zekamın ve çevikliğimin bütün numaraları burada var. Sürüp gidiyorlar."

Uzun zamandır okumak istediğim bir yazardı Kurt Vonnegut. Kedi Beşiği, Mezbaha No:5, Gece Ana kitaplarını almama rağmen bir yıla yakındır okunmayı beklemekteydiler. Fakat geçen ay gittiğim bir Ankara seyahatinde sahaflarda dolaşırken Hi Ho ile karşılaşıp, alınca artık okumanın zamanı geldi dedim. 

Hi Ho, ilk bölüm itibariyle bir otobiyografik özellikler gösterirken ikinci bölümle birlikte distopik bir bilim kurgu kitabına dönüşüyor: İnsanlığın büyük bir kısmı 'Yeşil Ölüm' denilen bir salgınla yok olmuştur. Ana karayla bağlantısı kalmayan Manhatan'da yaşayan son ABD başkanı Wilbur'un ağzından dinliyoruz hikayeyi. Ucube iki kardeşin hikayesi aslında bu: Wilbur ile Eliza'nın. Ayrı olduklarında birer aptala dönen ikizler, kafalarını birleşitirince birer dahiye dönmektedirler. Daha sonra Wilbur'un ABD başkanı olması, çıkardığı kanunla yapay akrabalıklar kurması, Çin'in süper güç haline gelmesi, savaşlar ve salgınla Amerika rüyasının bitmesi.

Kitabı okudukça, çevremden gelen ısrarlı Vonnegut oku tavsiyelerine hak verdim. Çünkü keskin bir zekanın ürünü yazılanlar. Keskin ve şaşırtıcı bir zeka. ABD politikasına ve rüyasına alaycı/ironik bir bakış açısı. Karikatürize edilmiş bir politika anlayışı, satır aralarına sinmiş savaş karşıtlığı, ABD kurumlarında kronikleşmiş Çin paranoyası, teknoloji ve makinelere mesafeli bakış... 






Alıntılar

"Aşk bulduğun yerdedir. Onu aramak aptalca. Hem zehirlenebilirsin de." (syf. 8)

"Bir zamanlar kardeşime, ne zaman evde tamir işi yapmaya kalkışsam, işi bitirmeden tüm aletleri kaybettiğimi söyledim. 'Şanslısın' dedi bana. 'Ben yaptığım işi kaybediyorum.' Gülüştük." (syf. 9)

"Kibarca işimin nasıl gittiğini sordu. Sanırım saygı duyuyor işime, ama şaşırıyor da. İşimden bıktığımı söyledim ona, her zaman böyle olmuştu. Ona, yazmaktan nefret eden yazar Renata Adler'e atfedilen bir deyişi söyledim: Yazar, yazmaktan nefret eden insandır.
Ona ayrıca, menajerim Max Wilkinson'a ne garip bir mesleğim olduğundan şikayetimi yazdığımda aldığım cevabı da söyledim: "Sevgili Kurt, hiç örsüne aşık bir demirci tanımadım.'
Yine gülüştük, ama şaka kardeşimi pek etkilememişti. O, örsüyle bitmeyen bir balayı yaşamakta." (syf. 17)

"Neler olacağını biliyormuş gibi davranmam, neler olacağını biliyor olduğum anlamına gelmez." (syf. 87)

"Geçmiş önsözdür." (syf.111)

"Savaşların dışında, uluslar tarihi, benim gibi eskiden az da olsa sevilmiş ve çokça kafayı bulmuş işi bitik ayaklı cenazelerin, genç psikopatların ayaklarını öpmeye gelişinden ibaretti." (syf. 145)

" 'Tarihten öğrenmeyenler, onu tekrarlamaya mahkumdurlar.' dedi. (...) Başımın üstünden doğruca katiplerine hitaben 'Tarih bir sürprizler listesidir' dedim. 'Bizi yalnızca yeniden şaşırtmaya hazırlayabilir. Lütfen bunu yazın." (Syf. 146) 

10 Mart 2011 Perşembe

Kızılgerdan


Büyük şehirde yaşamamanın en büyük sıkıntılarından biri de her istediğin kitaba hemen ulaşamamaktır. Sık sık internetten sipariş de verilemediğinden bazen bulunduğunuz yerdeki kitapçılarda yer alan kitaplarla idare etmek zorunda kaldığınız da olur. Bu zaruriyetle alınan kitaplar bazen zaman kaybına sebebiyet verdiği gibi bazen de güzel sürprizler karşınıza çıkabiliyor. Öyle ki; uzun süredir aradığım, İstanbul ve Ankara'da bile bulamadığım bazı kitapları, böyle taşra şehirlerinin kıyıda kalmış küçük kitapçılarında buldum.

Doğrusunu itiraf etmek gerekirse Jo Nesbo ismini daha önce hiç duymamıştım. Hatta kitabı Kızılgerdan'ı görüp incelediğimde tanıtım cümlelerini abartılı bulmuş, klasik promosyon tekniklerinden biri zannetmiştim. Fakat dediğim gibi alternatif olmayınca biraz da araştırdıktan sonra deneyeyim dedim; başladıktan sonra da elimden bırakamadım. Kitabı bitirdiğimde, kapağındaki gibi Stieg Larsson'la mukayese edilmeyi kesinlikle hak ettiğine karar verdim.

Norveçli yazar Jo Nesbo'nun karakteri Harry Hole, aslında bir serinin kahramanı. (Serinin diğer kitaplarından sadece Şeytan Yıldızı Türkçe'ye çevrilmiş.) Olaylar 1999 yılında başlıyor. ABD başkanının ülkeyi ziyareti sırasında yanlışlıkla bir ajanı vuran Hole, yeni bir göreve terfi ettirilir. Aslında bu bir nevi kızağa çekilmedir. Yeni görevinde ülkeye kaçak yollardan giren bir suikast sikahının peşine düşen Hole, eş zamanlı işlenen cinayetlerin bu silah kaçakçılığıyla ilgisi olduğunu düşünmektedir. Hole katilin peşinde uğraşırken, katilimizle de tanışırız. Kanser olan ve çok az zamanı kalan katil, ölmeden önce bütün hesapları kapatmak istemektedir.

Kitap bu aşamadan sonra çift zamanlı bir kurgu şeklinde ilerlemekte. Kitabın bu aşamasında, II. Dünya Savaşı'nda, Almanya ile birlikte Rusya'ya karşı savaşan Norveç siperlerine gidiyoruz.  Kitap ilerledikçe, Norveç tarihi üzerine bir günah çıkarmaya da tanık olunuyor. Sayfalar ilerledikçe hem Norveç'te yayılan Neo-Nazizm akımının etkilerini  gözlemlenirken, hem de bilinmeyen ve gizlenen bir Norveç tarihiyle karşılaşılıyor.

Kızılgerdan, beklediğimden de iyi bir kitap çıktı ve okuduğuma pişman etmedi beni. Kaliteli bir polisiye okumak istiyorsanız, Jo Nesbo ismini bir kenara not ediniz.

9 Mart 2011 Çarşamba

Firmin



"Hayat hikayemi yazacak olsaydım, ilk cümlemin muhteşem olacağını hayal ederdim: Örneğin Nabokov gibi lirik bir cümleyle başlardım, 'Lolita, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi'; ya da lirik bir şey yazamayacaksam Tolstoy'un 'Tüm mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aile ise kendine özgü bir şekilde mutsuzdur.' gibi sürükleyici bir cümle kurmak isterdim. İnsanlar kitabı tamamen unutsalar bile bu cümleleri hatırlarlar. Konu açılış cümlelerine gelince bence en iyisi Ford Madox Ford'un İyi Asker'idir. 'Bu, hayatımda dinlediğim en hüzünlü hikaye.' O kitabı düzinelerce kez okudum ama hayranlığımda en ufak bir eksilme olmadı. Ford Madox Ford büyük bir yazardı.

Yazmaya çabaladığım tüm hayatım boyunca, açılış cümleleri kadar hiçbir şeyle bu kadar yiğitçe, evet yiğitçe uğraşmadım. Her zaman sanki açılışı düzgün yapabilsem gerisinin kendiliğinden geleceğini düşünmüşümdür. O ilk cümleyi kitabın diğer tüm sayfalarını barındıran bir ana rahmi gibi görmüşümdür. Doğmak için can atan deha parçalarının yuvası. Bu geniş hacimli ilk cümleden sonra hikaye kendi başına akmaya başlamalıydı. Ne büyük bir yanılgı!"

Sam Savage'ın ilk kitabının kahramanı hümanist entel serseri olan bir farenin hikayesi: Firmin'in hikayesi. Firmin hayat hikayesini yazarken belki de her yazarın büyük sancılarından biri olan o 'ilk cümle' sorununu yukarıdaki gibi özetliyor. Ya da kitabı şöyle özetleyelim, kendi hayat hikayesini yazarken nasıl başlayacağına karar veremeyen bir farenin entellektüelleşme ve hayal kırıklığı hikayesi.

Boston'da artık yıkılma zamanını bekleyen Scollay Meydanı'nda bulunan Pembroke Books isimli bir kitapçıda doğuyor Firmin. On üç kardeşin en çelimsizi olan Firmin, açlığını bastırmak için kitaplara sığınıyor. Zaten başka da şansı yoktur, etrafta sadece kitap vardır; hem de bol miktarda. Kitapları kemirirken bir gün okumayı öğrendiğini farkeden Firmin'in hayatı artık türüne göre farklı mecrada devam edecektir.

Bir süre sonra kitapçıda bulunan bütün kitapları okumaya başlayan Firmin, bu süreçte önce ailesine ve türüne yabancılaşmaya başlıyor. Okuduğu kitapların da etkisiyle insanlara yakınlaşma çabasına da tanık oluyoruz Firmin'in. Önce kitapçının sahibi Norman'a yakınlaşmak isteyen Firmin'in aldığı cevap zehirlenmek üzere kendine verilen yiyceklerdir. Daha sonra kitapçının üst katında oturan Jerry Magoon ile dost olur Firmin. Bu dostluğun tutunacak bir dal arama olduğunun da farkındadır: ("Gerçek karakterim hakkında hiçbir fikri yoktu. Gerçekte sond erece müstehzi ve alaycı, biraz ahlaksız ve melankolik bir deha olduğumu veya ondan çok daha fazla kitap okumuş olduğumu bilmiyordu.  Jerry'i seviyordum, ama onun beni değil de kafasında yarattığı bir hayali sevdiğinden şüpheleniyordum. Hayalleri sevmenin ne demek olduğunu bilirim." syf.-124) Fakat Jerry'nin ölümünden sonra Firmin için beklenen son artık daha hızlı gelmektedir. Yaşam hızla baş aşağı ve tepetaklak ilerlemektedir. Bulunduğu meydanın yıkılma sürecinde binaların boşalması, yıkılması aynı zamanda farkettirirki hayatının da yıkılmasıdır. ("Nihayet dünya yıkılıyordu ve Howard da dünyayla birlikte yok oluyordu." syf.-142)
Firmin, eğlenceli, sık sık güldüren ama genel havası itibariyle hüzünlü ve melankolik bir kitap. Firmin'in melankolisinin bütün satırlara sindiğini hissettim ve bu melankoli yer yer beni de sardı.

Alıntılar:

"Edebi bir eğitimin size kazandırdığı bir şey varsa o da her an ölebileceğiniz hissidir. İnsanın cesaretini köreltmek için yaratıcı bir hayal gücü kadar kötü bir şey yoktur." (syf. 42)



"Bir kitabın tadıyla edebi değeri arasında sanki önceden belirlenmiş bir benzerlik vardı. (...) 'Yemesi güzelse, okuması da güzeldir' benim sloganım oldu." (syf. 43)


"Bacağım aslında bayağı hızlı bir şekilde iyileşti ve bir haftanın sonunda tekrar üstüne basabilir oldum. Birkaç gün daha sonra acısı nerdeyse tamamen gitmişti ama yine de bacağım çarpık kaldı ve o günden sonra hep aksayarak yürüdüm. Aksamak güzel bir kelime. Ne yaptığını söylüyor." (syf. 100)


"Gitme zamanı gelmişti. Jerry, eğer hayatını tekrar yaşamak istemiyorsan, hayatın boşa geçmiş demektir derdi. Bilmiyorum. Her ne kadar bu hayatı yaşadığım için kendimi şanslı hissetsem de iki kere bu kadar şanslı olmak istemezdim.(...) açtım ve okudum: 'Ama onları burada kaybediyorum ve katbettiğim her şey burada. Yalnızlığımda yalnızım. Tüm hatalarıyla. Kendimden geçiyorum. Ah acı son! Beni göremeyecekler. Bilemeyecekler. Özlemeyecekler. Ve artık yaşlı, yaşlı ve üzgün, yaşlı, üzgün ve yorgun.' Kelimelere baktım ama hiçbiri bulanıklaşmadı. Farelerin gözyaşı yoktur. Dünya kuru ve soğuktu ve sözcükler güzeldi." (syf. 155)



8 Mart 2011 Salı

Katilin Uşağı


"Hayat acayip bir şey diye gider ya kimi klişe, yaşadığımız olay klişelerin durduk yerde klişe adını almadıklarının kanıtıydı. Diyeceğim, hep böyledir; umulmadık bir şey, bir olay, tepenize çöküverir. Ne bileyim, mesela hava güzeldir, neşeniz yerindedir, iş diye evden çıkmış, yolda haydiri hoydiri diye şarkı mırıldanarak yürürken, belki de siz öyle yürümüyorsunuzdur, ona bir şey diyemem, kafanıza bir saksı düşer. Ya da gece vakti uyku tutmamıştır, şöyle balkona çıkayım, hava alayım der ve o ne, karşıda bir yerde, gökyüzünde sekiz çizmekle meşgul yeşil ışığı görüverirsiniz.

Ya da başımıza geldiği üzere, üzerinize kurşun yağmaya başlar.

Tabi illa böyle değildir; ne bileyim, dikkatsiz veya aldırmaz bir şoför üzerinize çamur sıçratabilir ya da piyangoyla sözleşmeli güvercin kardeşlerden biri kafanıza pisleyebilir. Veya hoş bir şeyler gelebilir başınıza. Nadiren. Ama sonuçta her gün yada günaşırı değil; belki ayda, belki yılda veya on yılda bir veya hayat boyu bir kere ama mutlaka beklenmedik bir şeyler olur. Ve çoğunlukla bunlarına ardından, tarihin belki en eski, en kişisel ve işin aslı, kabul edilsin edilmesin, kendi küçücük varlığımızı gözümüzde ne biçim büyüttüğümüze delalet etmesi bakımından en önemli sorusu gelir: 'Neden ben?'

Özel dedektifliğe başlamamızdan önceki dönemin her şeyden şikayet ettiğim gecelerinin birinde, Tefo yukarıda bahsettiğim soruya, şu yaşıma dek benimseyebildiğim ve başka otuz yedi milyon altı yüz yirmi üç bin yüz elli bir kişi tarafından bulunduğunu ve sorulduğunu bildiğim tek ve malum retorik yanıtı vermişti: 'Neden olmasın?'"
Algan Sezgintüredi'nin acemi ve kafadar dedektifleri Vedat ve Tefo üçüncü maceralarıyla arz-ı endam ediyorlar. Dedektifliğe başladıktan sonra ünleri artık yayılan ikilimiz, zengin bir kocanın eşini takip ederken Polonezköy'de gittikleri bir partinin silahlı kişilerce basılması yeni hikayemizin başlangıcını oluşturuyor. Eşi hamile olan Tefo, biraz da doğacak çocuğunu düşünerek dedektiflikten ayrılmaya karar verince Vedat tek tabanca kalıyor. Yalnız kalan Vedat'sa tahmin edileceği üzere dağıtıyor. Fakat az önce bahsettiğimiz saldırının kurbanlarından Faruk Yutmaz'ın eşi Şahane Hanım, Vedat'tan kocasının öldürülmesinin araştırılmasını talep edince Vedat polisle de iş birliği yaparak  Faruk Bey'in ölümünün şüpheli olduğunu ve klasik bir tabirle işin içinde iş olduğunu farkediyor...

Katilin Uşağı, serinin diğer iki kitabının aksine siyasi olaylara el atıyor. Tabi siyasi olaylara göndermeler yaparken sınıf farklılığı, siyasi nüfuz gibi konulara da parmak basmadan geçmiyor. Emniyet teşkilatında davanın ağırdan alınması, suç delillerinde oynama, nüfuzlu kişilere ulaşamama... Tabi serinin diğer kitaplarının aksine şaşırtıcı bir finalle bağlanıyor hikaye. Yine de sona ulaşırken bunun Vedat ve Tefo'nun son macerası olmadığına dair ipuçları da yok değil.

Sezgintüredi'nin satırlarını okurken yine bol bağlaçlı ve noktalama işaretli bir anlatımla karşılaşıyoruz. Vedat'ın ağzından yazarken lafı dolandırmasına, yer yer konu dışına çıkarak ayrıntılara yer vermesine rağmen kendini okutmasını biliyor.

Algan Sezgintüredi kitapları, bestseller polisiye romanlardan değil. Vedat Kurdel ve Tefo'nun maceralarını okuyun, kaliteli polisiyenin tadını hissedeceksiniz.  

7 Mart 2011 Pazartesi

Tasma


Fransız edebiyatının skandallarıyla ünlü asi kızı Françoise Sagan'la 'Günaydın Hüzün'le tanışmıştım. Sahafta gezerken denk geldiğim 'Tasma' kitabını görünce tekrar hatırladım. Kitabı almak gibi bir niyetim yokken fiyatının 2 TL olduğunu duyunca koltuğumun altına yerleştirerek evin yolunu tuttum.

Varlık bir ailenin kızı olarak dünyaya gelen ve henüz 18 yaşındayken yayınladığı ilk romanı olan Günaydın Hüzün'le ismini duyuran Sagan; babası, soyadları lekelenir diyerek kitap yazmasına mesafeli davranıp karşı çıkınca, Marcel Proust'un 'Kayıp Zamanın İzinde' isimli kitabındaki 'Sagan Prensesi'nden esinlenerek soyad olarak 'Sagan' soyadını kullanmaya başlamış. Skandallar, uyuşturucu, sigara, alkol, gece hayatı ile geçen bir yaşamda genelde kitaplarının konusunu Fransız buruvazisi oluşturuyor.

Tasma, konu olarak yine Fransız burjuvazini ele alıyor. Aslında sıradan, gündelik bir konuyu işliyor olmasına rağmen, Sagan'ın anlatım konuyu ilgi çekici ve okunur kılıyor. Romanın anlatıcısı, Vincent. Kahramanımız Vincent, fakir olarak adlandırabileceğimiz bir çevrede yetişen bir piyanist. Varlıklı bir ailenin kızı olan Laurence ile evlendikten sonra Paris sosyetesinin içine girmesine rağmen, sosyete çevrelerinde pek kabul görmemiş, kızın ailesi tarafından da reddedilmiştir. Vincent'in (ve Laurence'in) yaşamı, bir film için yaptığı müzikle değişir. 'Sağanak' ismi verdiği parça o kadar tutulur ki Oscar'a bile aday olur. Bir anda bütün gözler üzerine çevrilen Vincent, artık hem ünlü hem de zengin biridir.

Kitap ilerledikçe Fransız burjuvazisinin bir panaroması karşımıza çıkıyor. Bu çevrede kabul görmeyi ve bu çevrede tutunmayı Vincent ancak paraya kavuşunca farkedebilir: "(...) bu kişilerin yanında benim servetim uzun süreli bir saygıyı hakettirecek miktarda olmayabilirdi. Sadece aç olmak yetmiyordu aynı zamanda da cimri olmak gerekiyordu, veya daha büyük havalarla ifade etmek gerekirse yalnızca kurnaz olmak yetmiyor, aynı zamanda da uyanık olmak gerekiyordu. Kısacası zengin olmak bir şey değildi, asıl önemli olan zengin kalabilmekti!" (syf. 110)

Sayfalar ilerledikçe hastalıklı bir aşka da şahit oluyoruz. Laurence'in kıskançlıkla dolu, bir eşya gibi sahiplendiği Vincent aşkı, Vincent'in paraya kavuşmasıyla bir panik ve paranoyaya döner. Vincent ise belki de farkına varıp da kendine itiraf edemediği şeyleri artık daha sık düşünmektedir: "(...) Yedi yıldır gururumu kırıp kırmadığına hiç aldırmamıştı, öfkeli olsam ve öfkemi zorla gizlesem bile tek istediği yanında olmamdı. Her zaman beni elinde tutmayı ve bunu bana hissettirmeyi düşlemişti; (...) Kendisini aldatan bir kocanın kurum ve kalabalıklarına maruz kalmayacaktı. Benimle bu nedenle evlenmişti, çünkü benim zayıf olduğumu kendisini aldatmama engel olabileceğini düşünüyordu; o mal sahibi, ben ise eşya olmuştum; beni asla sevmemiş, bana sahip olmuştu(...)" (syf. 76)