Bize pek de uzak olmayan Balkan coğrafyasına ait iki kitap okudum son zamanlarda. İlki, yüz yıla yakın Bulgaristan tarihiyle paralel ilerleyen Solo, diğeri ise yeni dağılmış bir coğrafyada, her ne kadar isim verilmese de Yugoslavya'dan ayrılan bir ülkede geçen Kaplanın Karısı.
İki bölümden oluşan Solo'nun ilk bölümünde yaşlı bir Bulgar'ın - Ulrich'in - gözünden Bulgaristan'ın dört farklı dönemini anlatıyor. Kör ve yalnız yaşayan ve artık yolun sonuna gelmiş Ulrich, geçmişini anlatırken hem kendi tarihini hem de ulusunun tarihini hatırlar. Bulgaristan'ın tarihsel değişimi ile birlikte (Osmanlı yönetimi, krallık dönemi Bulgaristan ve ardından sırayla gelen komunist ve kapitalist dönemler) Ulrich, bu geçişler sırasındaki acıları ve sancıları tekrar yaşar.
Kitabın ikinci bölümünde Bulgaristan'dan Boris karakteri ile yine tanıdık bir coğrafyadan, Gürcistan'dan Khatuna ve Irakli kardeşler hikayeye dahil oluyor. Sovyetler'in dağılmasından sonra, özelde Gürcistan'da genelde ise bütün Sovyet coğrafyasında yaşananları anlatan sayfalardan sonra hiç birimizin yabancısı olmadığı pop starlık durumuna kadar ilerleyen hikaye sonunda yine kahramanımız Ulrich'e ulaşarak kendini tamamlıyor.
Rana Dasgupta, Hint asıllı olmasına rağmen titiz bir çalışma ile hikayesini oluşturduğunu her satırda belli ediyor. Yazarın ilk kitabı olan ve merakla beklediğim Tokyo Cancelled ise geçen yıldan beri Metis'in mutfağından çıkmayı bekliyor. (Şimdi yeniden bakınca gördüm Metis sitesinden 'Mutfak' bölümünü kaldırmış. Her ne kadar son zamanlarda güncellemeselerde çıkacak kitapları haber veren birkaç yayınevinden biriydi.)
Bulgaristan'dan sonra yine Balkanlar'dan adı verilmese de yeni parçalanan Yugoslavya'dan ayrılan ülkelerden birinde geçen Kaplanın Karısı, şu ana kadar çevremdekilerin ve blogların yorumlarına, Goodreads listelerinin verilerine bakılacak olursa okuyucunun ya çok sevdiği ya da sıkılarak okuduğu bir kitap.
Doktorluk yapan Natalia, savaş sonrası çocuklara yardım amacıyla giderken yolda anneannesinden dedesinin öldüğüne dair telefon alması ile başlayan hikaye, birkaç farklı koldan akarak devam ediyor: Dedesinin eşyalarını almak için yola çıkan Natalia'nın hem yolda hem de kaldıkları kasabada yaşadıkları hikayenin bugünkü damarını oluştururken, dört yaşından itibaren cebinde Kipling'in Ormanın Çocuğu kitabını düşürmeyen dedesiyle yaşadıkları hikayenin geçmiş kısmını oluşturuyor. Fakat bunların yanında dedesinin anlattığı hikayeler de - Ölmez Adam ve Kaplanın Karısı - roman eklemleniyor. Bu hikayeler birbirinin önüne geçmeden kitabın sonuna kadar akıp gidiyor.
Birçok şey paylaştığı dedesinin ölümü ile geçmişi hatırlayan Natalia'yla beraber savaşın acılarını, yeniden çizilen sınırları, daha dün beraber yaşarken ortaya çıkan etnik ayrılıkları, bunların yanında ise mistik hikayeleri, bölge halkının batıl inançlarını ve hiç de sözlü anlatı kültürümüze yabancı olmayan efsaneler.
Kaplanın Karısı'nı okurken kulağa tanıdık gelen Balkan mitlerinin yanında daha önce okuduğum bazı kitapları da hatırladım. Örneğin bölgedeki etnik çatışmalar aklıma İvo Andriç'in Drina Köprüsü'nü getiriken, Natalia'nın dedesinin hikayesinin peşinden gitmesi Jonathan Safran Foer'in Herşey Aydınlandı'sını sık sık aklıma getirdi.
Son olarak okurken büyük bir zevk aldığım bu kitabın yazarının 25 yaşında olmasına inanamadım. Téa Obreht'in aynı zamanda ilk kitabı olan Kaplanın Karısı'nı okurken sanki usta bir yazardan satırları okuyormuşum hissine kapıldım.
"Yerinden doğruldu, sandalyesini geri çekerek dizlerini ovuşturdu. "Yetişkinler öldükleri zaman, korku içinde ölürler," dedi. "Senden ihtiyaçları olan her şeyi alırlar; bir doktor olarak onlara bunu vermek, ellerini tutmak, onları rahatlatmak senin görevindir. Ama çocuklar hep yaşaya geldikleri gibi ölürler... Umut içinde. Neler olduğundan haberleri yoktur, bu yüzden de hiçbir şey beklemezler, ellerini tutmanı istemezler. Ama sen, onların senin ellerini tutmalarına ihtiyaç duyarsın. Çocuklaysan eğer kendi başınasındır. Anlıyor musun?"