Hakkımda

Fotoğrafım
Türkiye
Unutmamak adına bir AKIL DEFTERİ.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Yeni Okumalar II

Yıldızlara Yolculuk:


"'Aslında hiçbir şey gerçeküstü değildir,' dedi, 'Yalnızca henüz düşlenmemiştir.(...)"

Nicholas Christopher, geçen yıldan beri okuma istediğim bir yazardı. Sonunda Yıldızlara Yolculuk ile başlayayım dedim. İyi ki de başlamışım. Bu yılı okuduğum en iyi kitaplardan biriydi. Loren ve Alma'nın birbirlerini kaybetme ve bulma hikayesini okurken kendimi bu kadar kitaba kaptıracağımı tahmin etmemiştim. Bir pazar sabahı başladığım kitabı, gün içinde her türlü fırsatı yaratarak bitirene kadar bırakmadım. Hem yazarın hayal gücü hem de hem de yaptığı uzun araştırmalar hayranlık vericiydi: Yıldızlar, örümcekler, botanik, mitoloji, mimari, savaş, aşk... Kitap bittikten sonra, yazarın diğer kitapları Franklin Flyer ve Veronica'yı bir yandan deli gibi okumak isterken bir yandan da okumaya kıyamıyorum. 

Tsili - Bir Hayat:


Aharon Appelfeld ismini Badenheim 1939 ile duymuştum, kitabı alırken Tsili gözüme ilişince onuda alıverdim. Küçük bir çocukken babası toplama kampına götürülen yazar, üç yılını ormanda saklanarak geçirmiş. Tsili de, küçük bir kızın Almanlar geldikten sonra ailesinin kendisini geride bırakarak kaçmasıyla, ormanda saklanarak geçen yaşamını anlatıyor. Tsili'nin ormanda ve çevre köylerde savrularak geçen yaşamını okurken rahatsız olmamak elde değil. Fakat esas benim için en rahatsız edici kısmı Tsili'nin savaştan önceki  yaşamı: Silik, görünmez, fark edilmez bir çocukluk.  Savaş sırasındaki savruluşları ise sık sık Boyalı Kuş'u hatırlatıyor, tabi Tsili, o kadar keskin değil. Yalın, gerçekleri/olanı olduğu gibi yansıtan satırlardı belki de kitabı bu kadar etkileyici yapan. 

Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü:


Etgar Keret ismini ilk duyduğumda Siren Yayınları etiketine güvenerek almıştım. Kitabı almama rağmen sekiz aya yakın bir süre rafta bekledi. Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü'nü okurken yüzümde gülümseme hiç eksilmedi. Hatta en son okuduğu kitabı bile hatırlamayan iş arkadaşlarımın bile ilgisini çekti benim kitabı okurken ki sırıtışlarım, tabi yine de kitabı okursanız vereyim teklifime hiç biri yanaşmadı... Kara mizahın elle tutulur kanıtı kitap. Kısa, sıkmayan, bir solukta okunan yer yer fantastik öyküler. Hatta bazı öyküleri okurken, sık sık bu fikirden bir roman çıkar dememe rağmen, öyküler tadımlık gibi kısa fakat tadı damakta kalıyor.

1602:


Marvel kahramanları Ortaçağ'da nasıl yaşarlardı? Kulağa hoş gelen bu düşüncenin yanına bir de bu hikayeyi Neil Gaiman yazacaksa... Hem proje hem de Gaiman ismi bir arada olunca 1602 için beklentilerim yüksekti. Ortaçağ atmosferi içinde Fantastik Dörtlü, X-Man, Örümcek Adam, Thor, Hulk ve diğerleri... Dediğim gibi beklentilerim yüksek ve heyecanla okumaya başladım, klasik bir iyi ile kötü mücadelesinin yanında, Ortaçağ'da mutantların cadı soylu kabul edilerek engizisyonun peşlerine düşmesi beklenen bir senaryoydu. Fakat sayfalar ilerledikçe bazı noktalar rahatsız edici gelmeye başladı. Öncelikle kahraman kadrosu fazla olunca karakterler bazen sığ kalmaya başlıyor, bazı kahramanların olaya girmesi ise zorlama oluyor. Hele hikaye zamanda yolculuk gibi bir noktaya bağlanınca hayal kırıklığım daha da arttı. Ne kadar beğenmediğim, kötü bir senaryo olsa da; albümün hem çizimleri çok iyi hem de Gerekli Şeyler'in baskısı kaliteli. 




13 Temmuz 2011 Çarşamba

Amerikan Tanrıları



Neil Gaiman okurlarının uzun süre beklediği bir kitaptı Amerikan Tanrıları. Hatta aranıp da bulunamayan kitaplar listemde ilk sıralarda yer alıyordu. Neyse ki İthaki Yayınları kitabın tekrar baskısını yaptı da daha fazla aramama gerek kalmadı. (Artık listenin ilk sırasında Kutsal Dedektiflik Bürosu var) 

Kitabın adı duyunca aslında ben tamamen kurgusal ve fantastik bir kitap bekliyordum. Fakat bunun yerine Gaiman, tarih boyunca var olan, insanların inandıkları eski tanrılara ne oldu fikrinden yola çıkıyor. Odin, Loki, Chernobog, İbis, Anubis gibi özellikle İskandinav ve Mısır tanrıları başta olmak üzere Hindu, Arap, Japon, Çin, Amerikan yerli inanışlarından gelen tanrı ve mitolojik yaratıklar kitap boyunca arz-ı endam ediyorlar. (İlginçtir ki Yunan ve Roma tanrılarına yer vermemiş Neil Gaiman.) 

Fantastikle gerçek arasında gidip gelen bir hikayede modern Amerikan yaşam tarzının eleştirisini yapan Gaiman, Amerika'ya göç edenlerin yanlarında inançlarını ve efsanelerini de getirmesinden yola çıkarak bu yerel tanrıların Amerika'ya geldikten sonra ne yaptıklarından yola çıkıyor (Öyle süper güçlerini kullandıklarını beklemeyin, taksi şoförlüğü yapan da var, hayat kadınlığı yapan da) ve karşılarına modern zamanların tanrılarını bırakıyor: Televizyon tanrısı, internet tanrısı, otoyol tanrısı, medya tanrısı... Eski tanrılar ile yeni tanrılar var olmak ve güçlerini korumak için bir savaşa hazırlanmaktadırlar. Hapisten yeni çıkan Gölge kendini, bu savaşın ortasında buluyor... 

Son olarak kitabın yeni baskısından sonra bir başka sevindirici haber daha geldi: Kitap, HBO tarafından televizyona uyarlanıyor. Tom Hanks'in de içinde olduğu projenin 2013'de başlayacağı ve 6 sezon süreceği konuşuluyor.

19 Haziran 2011 Pazar

Gece Ana


"Helga ve ben Nazilere bayılmıyorduk. Diğer taraftan onlardan nefret ettiğimizi de söyleyemem... Onlar da insandı."

Howard W. Campbell Jr., ABD doğumlu olan, babasının işi dolayısıyla Almanya'ya yerleşen, orda evlenen ünlü bir oyun yazarıdır. II. Dünya Savaşı başlayınca radyoda propaganda konuşmaları yaptığı bir programa başlar. Aslında bu konuşmalar içinde ABD'ye şifreli mesajlar göndermektedir. ABD adına çalışmasına rağmen yaptığı programlar o kadar başarılı olur ki Neo Naziler için bir kahraman, Yahudiler için listenin ilk sıralarında yer alan bir düşman olur.

Savaştan sonra Amerika'da tecrit edilmiş bir yaşam sürdüğü günleri anlatan kısımlar oldukça etkileyici. Özellikle izole edilmiş yaşamında yaptığı satranç takımını biriyle paylaşmak istediği kısım etkileyici... Vonnegut, soğuk savaş dönemi Amerikasında 'öteki'ne dair yapılan cadı avını, toplum psikolojisini Campbell Jr. üzerinden oldukça başarılı aktarıyor.

Gece Ana'da Kurt Vonnegut, 'II. Dünya Savaşı' ve 'soy kırım'a dünyada kabul gören resmi söyleme farklı bir bakışka yaklaşıyor. Dresden Bombardımanının canlı şahidi olan Vonnegut, Howard W. Campbell Jr. kurmaca karakterinin itirafları ile olaya karşı pencerden bakarak okura şu soruyu soruyor: "Siz savaşta yenilen taraf olsanız, olaylar size nasıl görünür?"

16 Haziran 2011 Perşembe

Yeşil Peri Gecesi



Ayfer Tunç, günümüz Türk edebiyatında yazdıkları ve yazacakları ile gözden kaçırılmaması gereken bir isim. Mümkün olduğu kadar yazdıklarını okumaya çalıştığım, okumaktan zevk aldığım birkaç kadın yazardan biri olan Ayfer Tunç, özelde Şebnem'in hikayesini anlatırken genelde görmek istemediğimiz, halının dibine süpürdüğümüz toplumsal yakın tarihimizi ifşa ediyor. 

Bir defa daha kitabı açmadan, çarpıcı kapağı ile karşılaşınca duraksamamak elde değil. Kapak resmine uzun uzun bakarken aklıma National Geographic'in meşhur, 'Afghan Girl' kapağı geldi; bu da, en az o kapak kadar akılda kalıcı ve dikkat çekici bir seçim olmuş.

Kitap boyunca ismi hiç geçmese de yazarın önceki kitaplarından 'Kapak Kızı'nın kahramanı Şebnem'in hikayesi atlamalarla, dün ve bugün arasında gidip gelerek devam ediyor. 'Mutlu aile tablosu' bir trafik kazası ile yıkılan Şebnem'in kaza sonrası hayatını okurken aynı zamanda Özal'la başlayan Türkiye üzerindeki değişim de karakterler üzerinden takip ediliyor. Şebnem'in etrafındaki insanlarla tanışırken aslında toplumsal değerlerin yitimiyle rantın, para hırsının, çıkar ilişkilerinin, ikiyüzlülüğün kısaca çürüme ve yozlaşmanın bu topraklara hakim olmasının hikayesi oluyor karşımıza çıkan. Yine de bu toplumda olmayan birşeyi yapıyor Şebnem: Hesaplaşma. Çünkü bizde yüzleşme yoktur, toplumsal hafızamız kısa sürelidir, olumsuz ve kötü şeyleri unutmaya, yokmuş gibi davranmaya alışkınızdır. Belki de bu nedenle Yeşil Peri Gecesi bu kadar sert bir metin olarak karşımıza çıkıyor.

Genel olarak kitaptan hoşlanmama rağmen, özellikle kitabın ilk bölümlerinde döne döne aynı şeyleri yazması bazen sıkıntı veriyor. Bir de bu kadar sert ve yer yer rahatsız edici satırları okuduktan sonra sonunun da sert olmasını beklerken zayıf bir sonla bağlanıyor kitap, şahsen ben böyle mutlu bir son hikayenini genelinin yanında sönük kalıyor.

"Bizde itiraf yoktur.
Bizde itiraf eden huzur bulmaz.
Bizde itiraf demek, suçumuzun her bir ayrıntısının hücrelerimize yapışması demektir.
Biz itiraf edersek unutamayız.
Biz oysa unutmak isteriz, olmamış gibi yapmak.
Biz mecbur kalırsak tövbe ederiz hemen ardından unutmak için, suçumuzu da öyle fazla sayıp dökmeden üstelik. (Allah biliyor nasıl olsa, ayrıntılarla onu meşgul etmeye ne lüzum var?)
Bizim tarihimiz unutarak gömdüğümüz günahlarımızın tarihidir. Kurcalayıp durmayın. Eski defterleri açmanın ne faydası var canım?
Biz dolaylı insanlarız, bizde yalanlar ve gerçekler arabesk motifler gibi iç içe geçer.
Bizim milli ikilimiz Suç ve Ceza değildir.
Bizim milli ikilimiz Suç ve Nisyan'dır."




14 Haziran 2011 Salı

Bu Kıza Kadar



Sabahtan beri döne döne dinliyorum...

Yeni Okumalar


Oscar Wao'nun Tuhaf Kısa Yaşamı

2008 Pulitzer ödüllü roman, her ne kadar ismine ve merkezine Oscar'ın yaşamını alsa da Dominik Cumhhuriyeti ile Amerika arasında gidip gelen, göçmenlik, ötekileştirilme, aidiyet sorunları, dikdatörlük ve faşizm altında ezilen bir ulusun hikayesi anlatılan. Kahramanımız Oscar Wao, şişman ve çirkin birisi, hem de siyah. Fiziksel özelliklerinin yanın da ırk meselesi de işin içine girince 'ötekileştirilme' kaçınılmaz oluyor. Fantastik edebiyat, bilgisayar oyunları ve çizgi roman tutkunu olan Oscar, bütün bunların yanında bir de sosyalleşme sorunları yaşıyor. Oscar'a göre bütün bu olanlar aile üzerinde bulunan 'fuku'nun sonucu. Ailenin her bireyinin başına gelen felaketler okundukça inanmamak elde değil. Bundan kurtulmanın tek yolu ise 'zafa' (karşı büyü). Kitap, Oscar'ın kişisel tarihinin yanında, kuşaklar boyu bir ailenin üzerinden dipnotlarda ve satır aralarında Dominik'in de kısa tarihini okunuyor. Trujillo'nun baskıcı ve zalim yönetimini okurken bile insan rahatsız oluyor.  

Sürükleyici bir dil, başarılı bir çeviri, yer yer komik ama genelde hüznün ve acının ağır bastığı bir hikaye "Oscar Wao'nun Tuhaf Kısa Yaşamı". Gözden kaçırılmaması gereken bir kitap.



Kahkahalar Ülkesi

Küçük bir şehirde yaşamanın bazı avantajları yok değil. Bir kere kitap tutkunları ile tanışmak kaçınılmaz oluyor. Bu da bir süre sonra kitap sohbetlerini ve tavsiyeleri de beraberinde getiriyor. 'Kahkahalar Ülkesi'ni daha önce duymuştum fakat bir konuşma esnasında ismi tekrar zikredilince merak ettim. Kahramanımız Tom Abbey ve kız arkadaşı Saxony'nin hayranı oldukları çocuk kitapları yazarı Marshall France'ın biyografisini yazmak için yaşadığı Galen'a gitmeleri ve biyografiyi yazma sürecinde meydana gelen esrarengiz olaylar... Galen'ı tanıdıkça klişeleşmiş bir söz insanın aklına geliyor: Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Kitapta en çok hoşuma giden kısımlardan biri Tom ve Saxony'nin sahafta tanışma sahnesiydi. Kitap ilerledikçe ve bazı gizler çözüldükçe aklıma sık sık Marc Forster'ın 'Stranger The Fiction' filmi geldi. Sonuç olarak her ne kadar yer yer tahmin edilebilir olsa da akıcı, keyifli bir okuma oldu benim için.




İhanet Altını

Philip Reeve ve Yürüyen Kentler'i okuduktan sonra serinin diğer kitaplarını da okumamak benim için kaçınılmazdı. Çünkü yayınevi kitabı, her ne kadar çocuk ve ilkgençlik kategorisine soksa da romanda yer alan karamsar gelecek tasavvuru gözden kaçacak gibi değildi. Distopik bilimkurgu romanlarının olmazsa olmazı olan büyük felaketten sonra av ve avcı konumuna gelen mobil kentlerin hikayesi ilgi çekiciydi. Serinin ikinci kitabında Londra'nın yıkımından sonra Tom ve Hester bu kez Ölü Kıta Amerika yolunda. Yine birbirlerini kovalayan şehirler: Büyük balık küçük balığı yutar. Reeve, bu seriyi bir dörtlemeye dönüştürmüş; fakat sadece ilk iki kitap Türkçe'ye çevrilmiş. Bilmkurgu sevenler göz ardı etmemeli...

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Meleğin Oyunu



Carlos Ruiz Zafon ismini daha önce duymuş fakat klasik bestseller piyasa kitaplarından biri diye ön yargılı yaklaşmıştım. Geçen sonbaharda bir öğretmenle kitapçıda yaptığımız sohbette tekrar bahsi açılmıştı. Köy okulunda görev yaptığından ayda bir şehre geldiğini ve 8-10 kitap alarak döndüğünü söylemiş, tavsiye edeceğim bir kitap olup olmadığını sormuştu. Kendisi ise ısrarla Rüzgarın Gölgesi'ni almamı söylemişti. Kitabı o gün almama rağmen geçtiğimiz haftalarda ancak okuyabildim. Tabiki, Rüzgarın Gölgesi'nin verdiği tattan sonra Meleğin Oyunu'nu okumamak olmazdı.

1900'lü yılların ilk çeyreği. Arka planda Rüzgarın Gölgesi'nde olduğu gibi yine Barcelona şehri. Kahramanımız bir yazar olan David Martin. Şehrin ileri gelenlerinden Paul Vidal'ın kanatları altında. Sevdiği kız Christina'nın da yönlendirmesiyle daha sonra iki roman yazar: Biri Paul Vidal imzasıyla yayınlanır birisi kendi ismiyle... Vidal ismiyle yayınlanan göklere çıkarılırken Martin'in yazdığı yerin dibine batırılır. Güç ve edebiyat ilişkisi. Bunun üstüne Chrisitna Vidal'le evlenince... Hikayede esas burda başlar. Martin, esrarengiz yayıncı Andreas Corelli için yazmayı kabul eder. Corelli, Martin'den yeni bir din için bir manifesto, bir kutsal kitap yazmasını ister... Anlatılanlar bir Faust hikayesi gibi...

Zafon, 1900'lerin başındaki Barcelona'yı anlatırken huzursuz ve gotik bir atmosfer yaratmayı çok iyi başarmış. Kitabın finaline doğru acaba yeni bir şizofren hikayesi mi var karşımda diye düşünmedim değil. Kitabın sürprizlerinden biri de 'Unutulmuş Kitaplar Mezarlığı'nı tekrar ziyaret etmek oldu. Bir de Sempere ailesiyle tekrar karşılaşmak.

Kasvetli, esrarengiz bir havası olmasına rağmen soluk aldırmadan okutmayı başarıyor kitap. Zafon, herşeyin açıklandığı bir final yerine kitabın gizemine uygun sonla bağlıyor kitabı... (Yine de yeni bir kitabı çevrilene kadar, benim için en iyi Zafon kitabı hala 'Rüzgarın Gölgesi')

"'Dünya ne berbat bir hale geldi,' dedi gazetesindeki haberleri okuyan adam. 'Galiba, ahmaklığın ileri safhalarında fikir yoksunluğunu telafi etmek için aşırı miktarda ideoloji üretiliyor.'" (syf.83)

15 Mayıs 2011 Pazar

Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın


"Hayatımı daha az duygulanmayı öğrenmeye harcadım.
Her gün daha az duygulandım.Büyümek midir bu? Yoksa daha beter bir şey mi?" (syf. 205)

Genel olarak bir çok okur aynı dertten muzdariptir: 'Okuduklarım ile aldıklarım aynı hızda gitmiyor.' Bu dert (!) benim de başımda. Böyle olunca alınan birçok kitap hemen okunamıyor, ertelendikçe erteleniyor. Aşırı Gürültülü ve İnanılma Yakın'ı alalı uzun süre olmuştu; ama okunmak için uzun süre beklemek gerekti. Kitabı okuduktan sonra keşke bu lezzeti tatmak için bu kadar beklemeseydim diye düşündüm ama daha sonra iyi ki beklemişim dedim. Çünkü bu yıl okuduğum birkaç kitaptan sonra başka kitaplardan da aynı lezzeti alır mıyım sorusu zihnimi kurcalıyordu: Büyük Balık, Rüzgarın Gölgesi, Kitap Hırsızı... Foer'in kalemi, bu soru işaretlerini bundan sonraki kitapların üzerine düşürdü...

Sürprizi bol bir kitap Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın. Oskar üzerinden 11 Eylül saldırıları ve sonrasında Amerika toplumu. (Kitap Hırsızı'ndan sonra yine kahramanı çocuk olan bir kitap, ve sayfalar ilerledikçe yine aynı savaşın, acının izleri: Dresden Bombardımanı.) 11 Eylül saldırılarında babasını kaybeden Oskar'ın, babasının odasında bulduğu bir anahtardan yola çıkarak ipuçlarının peşinde arayış hikayesi. Oskar'ın arayışı, değer verdiği birinin kaybının ardından çocukça da olsa bir yaşama tutunma çabası.

Kitapta paralel anlatılan bir hikaye daha var: Babaanne ve dedenin farklı bakış açıları ile aynı şeyi anlatmaları ya da anlatamamaları. Biri Dresden Bombardımanından sonra konuşmayı bırakmış, diğeri 'benim gözlerim marazlı' der yazdığı kağıtları bomboş verirken diğerine... 

Akıcı ve kendini hızlı okutmasına kanmayın kitabın, okudukça satılrların ağırlığı çöktü üzerime. Bazı cümlelere vurulup kaldım, döne döne okudum, çizdim. Birbirine değen hayatlar, suskunluklar, derin acılar, yalnızlıklar. Bunlara rağmen umut ve hayat kokan satırlar. Kıskandıracak bir anlatım ve tarz. (Evet, kıskandım hem de çok)  

Daha okumamışsanız  bu kitabı, benim gibi ertelemeyin. Belki de son zamanlarda okuyacağınız en sağlam kitap var karşınızda.

"Hiçbir şey hem gerçek hem güzel değildir."(syf. 60)

8 Mayıs 2011 Pazar

Okuma Notları II






Kitap Hırsızı

"Sözcüklerden nefret ettim ve onları çok sevdim, umarım onları doğru kullanmışımdır." (syf. 515)
II. Dünya Savaşı zamanı, Almanya'da Himmel Sokağı'nda Liesel Meminger isimli bir kız çocuğu ve  bu kzı çocuğunun etrafında ölümün ağzından savaşın romanı. Okurken bazen kendimi gülümserken bulmama rağmen genelde kitap boyunca savaşın gerçekliğini, trajedisini, getirdiği acıları, hayal kırıklıklarını en çok da bütün o sayfalar sinmiş olan hüznü hissettim. Zusak, II. Dünya Savaşı'nı bir çocuğun dünyasını eksen alarak anlatırken kolaya kaçıp duygu sömürüsüne girişmiyor. Aynı savaş şartlarını yine bir çocuğun gözünden anlatan 'Boyalı Kuş' kadar sert olmasa da; kitabın son sayfasına geldiğinizde hazmetmesi zor bir hikaye kalıyor geriye. Karakterler de unutulmayacak şekilde başarıyla yansıtılıyor: Liesel, kıskandığım harika bir baba olan Hans Hubermann ve Jesse Owens'dan daha hızlı koşacağına inandığım Rudy...

Bir çırpıda okunup bitti kitap. Bittikten sonra uzun süre ölümü düşünmeden edemedim. Daha sonra kelimenin gücünü: Kiminin felaketi olurken kiminin tutunacak son dalı olmasını.





 Evrendeki Son Kayıt

Daha önce de bahsetmiştim, distopya türü eserleri severim. Gönül isterdeki her şey ütopik romanlar gibi güllük gülistanlık olsun ama dünyanın gidişatı ne yazık ki ütopyalarda anlatılan gibi değil; yaşanması muhtemel senaryoların gerçekleşebilme olasılığını bir kenara bırakalım yaşananlar bile maalesef distopik romanları haklı çıkarıyor.

Karamsar bir gelecek tasavvuru da Amerikalı yazar Rodman Philbrick'ten geliyor. Dünyanın büyük sarsıntı denilen felaket geçirmesinden sonra insanlar büyük bir yoksunluk içindedir. Çete savaşları her yeri kaplamıştır. Uyuşturucuların yerini beyin burgusu denilen sanal bağımlılıklar almıştır. Bütün yazılı kaynaklar yok olmuş okumayı bilen pek az insan kalmıştır. Bu parçalanmış ve kaosun hüküm sürdüğü dünyada Eden ismi verilen izole edilmiş bir dünyada elit, geliştirilmiş insanlar olan Gelişik adı verilen farklı bir grup da yaşamasına rağmen iki yaşam alanının sınırları keskin hatlarla ayrılmıştır. (Yaratılan bu dünya sık sık bana Mad Max'i hatırlattı.) Bu karmaşa dünyasında saralı bir çocuk olan Spaz, ölmek üzere olan kız kardeşini görmek için bir yolculuğa çıkar. Bu yolculukta kendisine okumayı bilen ve bir kitap yazan Yhazan, Küçük Surat isimli beş yaşındaki bir çocuk ve Lanaya isimli bir Gelişik yardım eder.  Kitabın sonunda yine de yazar kapıyı aralık bırakarak diğer distopik yazarlar gibi bizi umutsuzluğa terk etmiyor.

Ayrıca yayınevini bu süper! kapak tasarımı için tebrik etmek isitiyorum!..


(Galiba yaşlandığımı kabul etmek zorundayım artık. Bende de, nerde o eski günler hastalığı nüksetmeye başladı. Çocukluğun o naif ve bazı şeylerin farkında olmadığı günleri özlüyorum. Ve sık sık Yeni Türkü'ye kulak veriyorum: "Biz büyüdük ve kirlendi dünya!...")


Rüzgarın Gölgesi

"(...) Burada gördüğün her kitabın, her cildin bir ruhu var. Onu yazanın, okuyanların, onunla yaşayıp onu düşleyenlerin ruhu. Bir kitap sürekli el değiştirir, birileri gözleriyl sayfalarını sürekli tarar, kitabın ruhu gelişir ve güçlenir..." (syf. 9)

II. Dünya Savaşı sonrası, Faşist diktanın yönetiminde İspanya'da bir kitabın ve bu kitabın peşindeki bir çocuğun hikayesi. Daniel'in babası tarafından 10 yaşında 'Unutulmuş Kitaplar Mezarlığı'na götürülmesiyle başlıyor hikayemiz. Daniel'e burda kendisine 'özel' bir kitap seçmesi söylenir; Daniel, Julian Carax isimli gizemli bir yazarın 'Rüzgarın Gölgesi' isimli kitabını seçer. Bu noktadan sonra 527 sayfalık gizem içinde gizem, kitap içinde kitap bir yolculuk var karşımızda. Daniel'in yaşadıklarının yanında, Carax'ın etrafındaki gizem ayrı bir kitap. Sanki kendini tekrar eden  bir kehanet ya da kitabın laneti. İç içe geçen olaylar, heyecan, soru işaretleriyle dolu bir okumadan sonra boşlukta bir şey bırakmadan doyurucu bir son, akıcı ve sinemagrafik bir anlatım. Kesinlike söyleyebilirim ki bu yıl okuduğum en etkileyici romanlardan biri. Bir iki gün , aldığım lezzeti kaybetmemek için bir şey okumak istemedim...

7 Nisan 2011 Perşembe

Okuma Notları



Philip Reeve'in Yürüyen Kentler'i tamamen bir yanlış anlaşılma sonucu elime geçmişti. Bir konuşma esnasında Calvino'nun Görünmez Kentler'ini okumak istediğimi söylemiştim, dostlarımdan biri doğum günü hediyesi alırken kitabın tam ismini hatırlayamayınca Yürüyen Kentler'i almış. Biraz mesafeli bakmama rağmen geçenlerde kısa mesafeli bir yolculuk için yanıma aldım; çocuk kitabı gözüyle bakılmaması gerek bence, sağlam ve tekinsiz bire gelecek tasavvuru, rahatlıkla distopya türüne girecek bir eser. Umarım Peter Jackson, sinema uyarlaması için fazla bekletmez bizleri...



Red Kit'in son albümlerinden Red Kit Pinkerton'a Karşı gerçeğe en yakın Red Kit albümlerinden. Amerikan paranoyasının başlangıcı hakkında güzel ipuçları veriyor.



Uzun süredir aradığım bir kitaptı Vişnenin Cinsiyeti. Jeanette Winterson'ının bu kitabını bulamadım ama geçenlerde Fener Bekçisi'ni görünce aldım. Annesinin ölümünden sonra fener bekçisi Pew'le yaşamaya başlayan Gümüş ve hikayeler... Cape Warth'ın kurucusu Dark'ın öyküsü hep bana Dr Jekyll & Mr. Hyde'ı hatırlattı; zaten bir süre sonra hikayeye dahil oldu Stevenson. (Bu sırada Jekyll izlemem tesadüf.) Farklı ve kendini okutan bir kurgu ve dile sahip bir kitap Fener Bekçisi. Fantastik ile gerçeğin iç içe geçtiği hikayede çok eskiden bugüne karakterler ustaca birbirleriyle ilişkilendiriliyor. Kurgunun yanına gerçek karakterleri de ekleyerek onların hikayelerini yeniden yazıyor: Robert L. Stevenson, Darwin, Tristan ve İsolde...



Kitap restoratörü Hanna Heath'ın, savaştan yeni çıkmış Saraybosna'ya antik bir kitap olan Saraybosna Haggadah'ını incelemek için çağrılması ile başlıyor Kitabın Kulları. Kurgu içinde kurgu devam ediyor sonra... Heath'ın kitabı araştırırken bulduğu şarap lekesi, bir beyaz kıl,  tuz kristalleri ve kayıp kitap kopçalarından yola çıkarak sondan başa, bugünden düne kitabın hikayesi anlatılıyor. Bu arada Heath'ın araştırmalarından sonra kitabın yazgısı da devam ediyor.  Özellikle kitabın hikayesinin anlatıldığı kısmlar daha başarılı anlatılmış ve daha etkileyici. Dün bir arada yaşayan toplulukların nasıl birden düşman kesildiklerinin; engizisyon, dinsel tutuculuk ve şiddet, faşizm farketmeden görüş ve düşüncelerin ismi değişse bile fanatizm ve bağnazlığın nasıl hem insan düşmanlığı hem de kültürel vandalizme yol açtığı. kötü bile olsa bu düşüncelerin zaman, mekan ve milletden bağımsız olarak nasıl evrensel olduklarını farkediliyor. (Kitabın kapağı daha başarılı tasarlanabilirdi.)


6 Nisan 2011 Çarşamba

Jekyll


"Hyde, aşktır ve aşk psikopattır..."

BBC'den tıpkı Sherlock gibi günümüzde geçen başarılı bir uyarlama daha. Toplam 6 bölümlük mini ama sağlam bir dizi ortaya çıkmış. Tabi bunda Jekyll ve Hyde'ı başarılı bir şekilde oynayan Jamess Nesbitt'in rolü çok fazla. Nesbitt, iki karakter arasındaki geçişleri harikulade yapıyor, özellikle Hyde'ın mimiklerini ve ifadelerine hayran kalmamak elde değil. James Nesbitt en etkili performanslarından birini ortaya koymuş.

Klasik Dr. Jekyll & Mr. Hyde hikayesinden farklı, modern bir hikaye anlatılsa da dizinin ilerleyen bölümlerinde anlatılan hikayeyi orjinal hikaye ile çok güzel ilişkilendiriyorlar. Orjinal hikayeyi bilmeme rağmen senaryonun  ilerleyişi ve neyle karşılaşabileceği üzerine tahminlerim çoğu zaman boşa çıktı. Yine yuarda belirttiğim gibi Hyde'ın mimikleri, hareketleri, diyalogları çok başarılı yansıtılmış.  

Etkileyici ve şaşırtıcı bir finalle son vuruşu yapan bu mini diziyi gözden kaçırmamak lazım...

5 Nisan 2011 Salı

Küçük Havuzdaki Büyük Balık


"... ne de olsa ben dağın içindeyim ve bütününü göremiyorum."

Bir sohbet ortamında Uzak Doğu edebiyatından bir şeyler okumak istediğimi söyleyince, Ha Jin ismi ısrarla tavsiye edildi. Yine ısrarla Çin'in Orhan Pamuk'u gibi bir ifadeyle karşılaşınca bir anda okuma gündemime giriverdi yazar. 1956 Çin Liaoning doğumlu olan ve 1985'ten beri Amerika'da yaşayan yazarın ilk bulabildiğim kitabı Küçük Havuzdaki Büyük Balık oldu.

Komünizm altındaki Çin taşrasında Hasat Gübreleme Tesisinde gündüzleri bir işçi olarak çalışan, geceleri ise amatör olarak hat sanatı ile ilgilenen Shao Bin'in hikayesi Küçük Havuzdaki Büyük Balık. Çalıştığı iş yerinde, ailesine temiz bir apartman dairesi almak için isim yazdırdığı listede, kendi hakkı olmasına rağmen, evlerin parti liderleriyle iyi ilişkiler içinde olan kişilere verildiğini gören Bin'in parti yönetimiyle mücadelesi kitabın ana hikayesi. Ha Jin, kitabında komünizm ve Mao'nun getirdiği düzen üzerine sert ve alaycı eleştiriler getiriyor kitap boyunca. Mao'nun baskıcı düzeninin bozulmuşluğu, toprak ağaları yerine bu kez parti liderlerinin halkı sömürmesi, bu sömürüler karşısında bile alt tabakadaki insanların düzene karşı sarsılmaz inançları, koşulsuz boyun eğme hisleri alt metin olarak okunurken bu sarsılmaz inanç yer yer şaşırtıyor.

Kitabı okurken hep aynı cümleler zihnimde belirip beni rahatsız etti. Yazar sanki yeni vatanı Amerika'ya iyi görünmek için eski vatanını eleştiryordu. Elimde bir kitabı daha var yazarın fakat  acele edeciğimi zannetmiyorum.  Bir de yazarın, Orhan Pamuk'la sadece doğduğu toprakları eleştirme açısından benzetilebileceğini gördüm. Yoksa edebi açıdan Orhan Pamuk'un yanına bile yaklaşamaz. Bence...


4 Nisan 2011 Pazartesi

Watership Tepesi


Richard Adams'ın bütün dünyada çok satan kitabından çoğu Türk okuru gibi ben de Lost ile haberdar oldum. Aklımın ve defterimin bir köşesine ismini not ettiğim kitabı bir süre baskısı olmadığı için alamadım, aldıktan sonra da; uzun bir süre okunmak için sıra bekledi.

Kitap, bir grup genç tavşanın, psişik güçleri olan Fiver'ın öngörüsüyle kolonilerini terk etmesi ve yeni bir yaşam alanı aramaya başlamalarıyla başlıyor.  Kaçış ve yolculuk kısmı kitabın genel olarak sıkıcı kısımları, tabi kitabın okunurluğunu azaltan etkenlerden biri de uzun süre tavşanlarla muhattap olmak da olabilir. Kaçakların Watership Tepesine ulaşmaları ve sonrasında Efrafa kolonisi ile mücadeleleri, kitabın en heyecanlı ve zevkle okunan kısımları. Efrafa ile mücadele kısımları bir nevi 'saraydan kız kaçırma' gibi. Yeni bir yerleşim yeri bulan grubumuz, soylarının devamını sağlamak isterler; fakat içlerinde hiç dişi yoktur. Bu zorunlulukla General Woundwort'un dikdatörlüğü altında yaşayan (distopik bir dünya olarak da okuyabiliriz) Efrafa Kolonisinden bir grup dişi tavşanı kaçırmak amacıyla sefer düzenliyorlar.

Kitapta, bölümler arasında grubun ozanı olarak görünen Dandelion'un dilinden tavşanların atası El-ahrairah  efsaneleri karşımıza çıkıyor. Aralarda anlatılan bu öykülerin altında dini öğeler kendini belli ediyor. Hristiyanlık öğretileri ve İngiliz söylenceleri tavşanların dünyasına uyarlanarak anlatılıyor.


Kitabı bitirdikten sonra, kitaptan uyarlanan 1978 yapımı çizgi filmi de izledim, kitabın verdiği tadı vermese de zevkliydi.  

Bir ütopyanın peşinde koşan bir grup tavşanın başrolde olduğu kitap, yer yer sıkıcı olsa da yine de eğlenceliydi. Bu arada birkaç şikayetim yok değil; ilki bu kadar macera atlatan grupta hiç bir tavşanın ölmemesi (kitabın aksine çizgi filmde bir kaç karakter ölüyor), ikincisi ise kitabın puntularının küçük ve sıkışık olması. Bir de kitabın başına eklenen bölgenin haritası kitaptan bağımısız olarak ayrı verilse ve kitabı okurken önümüzde açık olsa daha güzel olurdu.

30 Mart 2011 Çarşamba

Büyük Balık


"Bir adamın anlattığı hikayelerin hatırlanması o adamı ölümsüz kılar..."

Masallara ayrı bir ilgim vardır. Kitaplığımın hatırı sayılır bir kısmını masallar ve masal araştırmaları oluşturmaktadır. Masal-filmlere de bayılırım, dolayısıyla sinema da en güzel masalları anlatan Tim Burton, benim için ayrı bir yerdedir. Burton'ın masalsı filmi Big Fish'in uyarlandığı, Daniel Wallace'ın hayran olunacak hayal gücünün ürünü 'Büyük Balık - Efsanevi Ölçülerde Bir Roman' gecikmeli de olsa nihayet bu yılın başında YKY etiketiyle raflardaki yerini aldı. Tabi hızla benim masamda da kendisine bir yer buldu.

Kitap, ölüm döşeğindeki Edward Bloom'un oğlunun babasının hayatı üzerine anlatılardan oluşuyor. Efsane ve masalın içiçe geçtiği bir yaşamın üzerinden oğlunun anlatısıyla tekrar gözlerimizin önünden akıyor. Edward Bloom, daha doğumunda farklı ve olağanüstü olduğunu belli eder. Fantastiğin içinde bir yaşamdır yaşadığı. Hayvanlarla konuşur, bir devi ehlileştirir, çok hızlı koşar, bir kaç haftada binlerce kitap okur... Kitabın bu ilk kısımlarını okurken sanki bir masalın içinde yolculuk ettiğiniz hissi yakanızı bırakmıyor. Fakat sayfalar ilerledikçe efsane ve masalların içinden sıyrılan bir insan olarak Bloom karşımıza çıkıyor.

Kitabın. "Babamın Ölümü" kısımlarını okurken bu kez bilindik fakat farklı anlatılan bir 'babalar ve oğullar' hikayesiyle karşılaşıyoruz. Bu kısımlar aynı zamanda baba ile oğlun (daha çok oğlun) hesaplaşması. Küçükken efsanevi, güçlü, ulaşılmaz olan babanın zaman geçtikçe, çocuk büyüdükçe nasıl etkisini yitirdiği, gerçekliğinin sorgulandığı bir figür haline geliyor. Çocuk büyüdükçe, baba küçülmektedir; fakat çocuk ne kadar büyürse büyüsün babanın gözünde hep küçük kalmaktadır: 'Karşılık vermiyor, çünkü ölmek üzere olmasına rağmen hala benim babam ve kendisiyle çocuk gibi konuşulmasından hoşlanmıyor. Geçtiğimiz bu son sene içinde yerlerimizi değiştirdik: Ben babaya dönüştüm, o da bu aşırı koşullar altında davranışlarından memnun olduğum hasta oğula' (Syf. 66)


Kitabı bitirdikten sonra açıp Big Fish'i tekrar izledim. Fakat ne kadar güzel bir film olsa da; sadece bu filme has olmayan, bir kitabın uyarlamasını izledikten sonra yakanızı bırakmayan bir eksiklik duygusu yine kendisini hissettirdi. Filmde baba ile oğul arasındaki iletişimsizlik ve çatışma daha keskin bir şekilde anlatılıyor. Kitap bittiğinde masalsı havasını korurken, film bittiğinde masalla gerçek içiçe geçiyor; hangisi gerçek hangisi masal sorusunun cevabı izleyicinin seçimine kalıyor.

Son olarak, kitabı okurken de filmi izlerken de; aslında fantastik bir hikayeden öte bir baba ile oğul hikayesi okuduğunu anlıyorsun ve kadar uzak olursa olsun, babanın ölümünün beklenmezliği vuruyor. Sarsıcı ve fark ettirmeden geliyor, bir de bakıyorsunuz ki yaş gözlerinizden akıvermiş. İşte bu duygular içinde kitabın kapağını kapatınca aklıma Cemal Süreya'nın 'Sizin Hiç Babanız Öldü mü?' şiiri geldi:

"Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum
Tepede bir gökyüzü vardı yuvarlak
Şöylelemesine maviydi kör oldum
Taşlara gelince hamam taşlarına
Taşlar pırıl pırıldı ayna gibiydi
Taşlarda yüzümün yarısını gördüm
Bir şey gibiydi bir şey gibi kötü
Yüzümden ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç sabunluyken ağladınız mı?"








14 Mart 2011 Pazartesi

Hi Ho



"Bu, yazıp yazacağım en samimi otobiyografi. Ona şakşak diyeceğim. Çünkü abartılı ve gülünç. Tıpkı şakşak komedi filmleri - özellikle de şu eski Laurel ve Hardy'ninkiler- gibi.
Yani hayatı duyumsadığım gibi.
Sınırlı zekamın ve çevikliğimin bütün numaraları burada var. Sürüp gidiyorlar."

Uzun zamandır okumak istediğim bir yazardı Kurt Vonnegut. Kedi Beşiği, Mezbaha No:5, Gece Ana kitaplarını almama rağmen bir yıla yakındır okunmayı beklemekteydiler. Fakat geçen ay gittiğim bir Ankara seyahatinde sahaflarda dolaşırken Hi Ho ile karşılaşıp, alınca artık okumanın zamanı geldi dedim. 

Hi Ho, ilk bölüm itibariyle bir otobiyografik özellikler gösterirken ikinci bölümle birlikte distopik bir bilim kurgu kitabına dönüşüyor: İnsanlığın büyük bir kısmı 'Yeşil Ölüm' denilen bir salgınla yok olmuştur. Ana karayla bağlantısı kalmayan Manhatan'da yaşayan son ABD başkanı Wilbur'un ağzından dinliyoruz hikayeyi. Ucube iki kardeşin hikayesi aslında bu: Wilbur ile Eliza'nın. Ayrı olduklarında birer aptala dönen ikizler, kafalarını birleşitirince birer dahiye dönmektedirler. Daha sonra Wilbur'un ABD başkanı olması, çıkardığı kanunla yapay akrabalıklar kurması, Çin'in süper güç haline gelmesi, savaşlar ve salgınla Amerika rüyasının bitmesi.

Kitabı okudukça, çevremden gelen ısrarlı Vonnegut oku tavsiyelerine hak verdim. Çünkü keskin bir zekanın ürünü yazılanlar. Keskin ve şaşırtıcı bir zeka. ABD politikasına ve rüyasına alaycı/ironik bir bakış açısı. Karikatürize edilmiş bir politika anlayışı, satır aralarına sinmiş savaş karşıtlığı, ABD kurumlarında kronikleşmiş Çin paranoyası, teknoloji ve makinelere mesafeli bakış... 






Alıntılar

"Aşk bulduğun yerdedir. Onu aramak aptalca. Hem zehirlenebilirsin de." (syf. 8)

"Bir zamanlar kardeşime, ne zaman evde tamir işi yapmaya kalkışsam, işi bitirmeden tüm aletleri kaybettiğimi söyledim. 'Şanslısın' dedi bana. 'Ben yaptığım işi kaybediyorum.' Gülüştük." (syf. 9)

"Kibarca işimin nasıl gittiğini sordu. Sanırım saygı duyuyor işime, ama şaşırıyor da. İşimden bıktığımı söyledim ona, her zaman böyle olmuştu. Ona, yazmaktan nefret eden yazar Renata Adler'e atfedilen bir deyişi söyledim: Yazar, yazmaktan nefret eden insandır.
Ona ayrıca, menajerim Max Wilkinson'a ne garip bir mesleğim olduğundan şikayetimi yazdığımda aldığım cevabı da söyledim: "Sevgili Kurt, hiç örsüne aşık bir demirci tanımadım.'
Yine gülüştük, ama şaka kardeşimi pek etkilememişti. O, örsüyle bitmeyen bir balayı yaşamakta." (syf. 17)

"Neler olacağını biliyormuş gibi davranmam, neler olacağını biliyor olduğum anlamına gelmez." (syf. 87)

"Geçmiş önsözdür." (syf.111)

"Savaşların dışında, uluslar tarihi, benim gibi eskiden az da olsa sevilmiş ve çokça kafayı bulmuş işi bitik ayaklı cenazelerin, genç psikopatların ayaklarını öpmeye gelişinden ibaretti." (syf. 145)

" 'Tarihten öğrenmeyenler, onu tekrarlamaya mahkumdurlar.' dedi. (...) Başımın üstünden doğruca katiplerine hitaben 'Tarih bir sürprizler listesidir' dedim. 'Bizi yalnızca yeniden şaşırtmaya hazırlayabilir. Lütfen bunu yazın." (Syf. 146) 

10 Mart 2011 Perşembe

Kızılgerdan


Büyük şehirde yaşamamanın en büyük sıkıntılarından biri de her istediğin kitaba hemen ulaşamamaktır. Sık sık internetten sipariş de verilemediğinden bazen bulunduğunuz yerdeki kitapçılarda yer alan kitaplarla idare etmek zorunda kaldığınız da olur. Bu zaruriyetle alınan kitaplar bazen zaman kaybına sebebiyet verdiği gibi bazen de güzel sürprizler karşınıza çıkabiliyor. Öyle ki; uzun süredir aradığım, İstanbul ve Ankara'da bile bulamadığım bazı kitapları, böyle taşra şehirlerinin kıyıda kalmış küçük kitapçılarında buldum.

Doğrusunu itiraf etmek gerekirse Jo Nesbo ismini daha önce hiç duymamıştım. Hatta kitabı Kızılgerdan'ı görüp incelediğimde tanıtım cümlelerini abartılı bulmuş, klasik promosyon tekniklerinden biri zannetmiştim. Fakat dediğim gibi alternatif olmayınca biraz da araştırdıktan sonra deneyeyim dedim; başladıktan sonra da elimden bırakamadım. Kitabı bitirdiğimde, kapağındaki gibi Stieg Larsson'la mukayese edilmeyi kesinlikle hak ettiğine karar verdim.

Norveçli yazar Jo Nesbo'nun karakteri Harry Hole, aslında bir serinin kahramanı. (Serinin diğer kitaplarından sadece Şeytan Yıldızı Türkçe'ye çevrilmiş.) Olaylar 1999 yılında başlıyor. ABD başkanının ülkeyi ziyareti sırasında yanlışlıkla bir ajanı vuran Hole, yeni bir göreve terfi ettirilir. Aslında bu bir nevi kızağa çekilmedir. Yeni görevinde ülkeye kaçak yollardan giren bir suikast sikahının peşine düşen Hole, eş zamanlı işlenen cinayetlerin bu silah kaçakçılığıyla ilgisi olduğunu düşünmektedir. Hole katilin peşinde uğraşırken, katilimizle de tanışırız. Kanser olan ve çok az zamanı kalan katil, ölmeden önce bütün hesapları kapatmak istemektedir.

Kitap bu aşamadan sonra çift zamanlı bir kurgu şeklinde ilerlemekte. Kitabın bu aşamasında, II. Dünya Savaşı'nda, Almanya ile birlikte Rusya'ya karşı savaşan Norveç siperlerine gidiyoruz.  Kitap ilerledikçe, Norveç tarihi üzerine bir günah çıkarmaya da tanık olunuyor. Sayfalar ilerledikçe hem Norveç'te yayılan Neo-Nazizm akımının etkilerini  gözlemlenirken, hem de bilinmeyen ve gizlenen bir Norveç tarihiyle karşılaşılıyor.

Kızılgerdan, beklediğimden de iyi bir kitap çıktı ve okuduğuma pişman etmedi beni. Kaliteli bir polisiye okumak istiyorsanız, Jo Nesbo ismini bir kenara not ediniz.

9 Mart 2011 Çarşamba

Firmin



"Hayat hikayemi yazacak olsaydım, ilk cümlemin muhteşem olacağını hayal ederdim: Örneğin Nabokov gibi lirik bir cümleyle başlardım, 'Lolita, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi'; ya da lirik bir şey yazamayacaksam Tolstoy'un 'Tüm mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aile ise kendine özgü bir şekilde mutsuzdur.' gibi sürükleyici bir cümle kurmak isterdim. İnsanlar kitabı tamamen unutsalar bile bu cümleleri hatırlarlar. Konu açılış cümlelerine gelince bence en iyisi Ford Madox Ford'un İyi Asker'idir. 'Bu, hayatımda dinlediğim en hüzünlü hikaye.' O kitabı düzinelerce kez okudum ama hayranlığımda en ufak bir eksilme olmadı. Ford Madox Ford büyük bir yazardı.

Yazmaya çabaladığım tüm hayatım boyunca, açılış cümleleri kadar hiçbir şeyle bu kadar yiğitçe, evet yiğitçe uğraşmadım. Her zaman sanki açılışı düzgün yapabilsem gerisinin kendiliğinden geleceğini düşünmüşümdür. O ilk cümleyi kitabın diğer tüm sayfalarını barındıran bir ana rahmi gibi görmüşümdür. Doğmak için can atan deha parçalarının yuvası. Bu geniş hacimli ilk cümleden sonra hikaye kendi başına akmaya başlamalıydı. Ne büyük bir yanılgı!"

Sam Savage'ın ilk kitabının kahramanı hümanist entel serseri olan bir farenin hikayesi: Firmin'in hikayesi. Firmin hayat hikayesini yazarken belki de her yazarın büyük sancılarından biri olan o 'ilk cümle' sorununu yukarıdaki gibi özetliyor. Ya da kitabı şöyle özetleyelim, kendi hayat hikayesini yazarken nasıl başlayacağına karar veremeyen bir farenin entellektüelleşme ve hayal kırıklığı hikayesi.

Boston'da artık yıkılma zamanını bekleyen Scollay Meydanı'nda bulunan Pembroke Books isimli bir kitapçıda doğuyor Firmin. On üç kardeşin en çelimsizi olan Firmin, açlığını bastırmak için kitaplara sığınıyor. Zaten başka da şansı yoktur, etrafta sadece kitap vardır; hem de bol miktarda. Kitapları kemirirken bir gün okumayı öğrendiğini farkeden Firmin'in hayatı artık türüne göre farklı mecrada devam edecektir.

Bir süre sonra kitapçıda bulunan bütün kitapları okumaya başlayan Firmin, bu süreçte önce ailesine ve türüne yabancılaşmaya başlıyor. Okuduğu kitapların da etkisiyle insanlara yakınlaşma çabasına da tanık oluyoruz Firmin'in. Önce kitapçının sahibi Norman'a yakınlaşmak isteyen Firmin'in aldığı cevap zehirlenmek üzere kendine verilen yiyceklerdir. Daha sonra kitapçının üst katında oturan Jerry Magoon ile dost olur Firmin. Bu dostluğun tutunacak bir dal arama olduğunun da farkındadır: ("Gerçek karakterim hakkında hiçbir fikri yoktu. Gerçekte sond erece müstehzi ve alaycı, biraz ahlaksız ve melankolik bir deha olduğumu veya ondan çok daha fazla kitap okumuş olduğumu bilmiyordu.  Jerry'i seviyordum, ama onun beni değil de kafasında yarattığı bir hayali sevdiğinden şüpheleniyordum. Hayalleri sevmenin ne demek olduğunu bilirim." syf.-124) Fakat Jerry'nin ölümünden sonra Firmin için beklenen son artık daha hızlı gelmektedir. Yaşam hızla baş aşağı ve tepetaklak ilerlemektedir. Bulunduğu meydanın yıkılma sürecinde binaların boşalması, yıkılması aynı zamanda farkettirirki hayatının da yıkılmasıdır. ("Nihayet dünya yıkılıyordu ve Howard da dünyayla birlikte yok oluyordu." syf.-142)
Firmin, eğlenceli, sık sık güldüren ama genel havası itibariyle hüzünlü ve melankolik bir kitap. Firmin'in melankolisinin bütün satırlara sindiğini hissettim ve bu melankoli yer yer beni de sardı.

Alıntılar:

"Edebi bir eğitimin size kazandırdığı bir şey varsa o da her an ölebileceğiniz hissidir. İnsanın cesaretini köreltmek için yaratıcı bir hayal gücü kadar kötü bir şey yoktur." (syf. 42)



"Bir kitabın tadıyla edebi değeri arasında sanki önceden belirlenmiş bir benzerlik vardı. (...) 'Yemesi güzelse, okuması da güzeldir' benim sloganım oldu." (syf. 43)


"Bacağım aslında bayağı hızlı bir şekilde iyileşti ve bir haftanın sonunda tekrar üstüne basabilir oldum. Birkaç gün daha sonra acısı nerdeyse tamamen gitmişti ama yine de bacağım çarpık kaldı ve o günden sonra hep aksayarak yürüdüm. Aksamak güzel bir kelime. Ne yaptığını söylüyor." (syf. 100)


"Gitme zamanı gelmişti. Jerry, eğer hayatını tekrar yaşamak istemiyorsan, hayatın boşa geçmiş demektir derdi. Bilmiyorum. Her ne kadar bu hayatı yaşadığım için kendimi şanslı hissetsem de iki kere bu kadar şanslı olmak istemezdim.(...) açtım ve okudum: 'Ama onları burada kaybediyorum ve katbettiğim her şey burada. Yalnızlığımda yalnızım. Tüm hatalarıyla. Kendimden geçiyorum. Ah acı son! Beni göremeyecekler. Bilemeyecekler. Özlemeyecekler. Ve artık yaşlı, yaşlı ve üzgün, yaşlı, üzgün ve yorgun.' Kelimelere baktım ama hiçbiri bulanıklaşmadı. Farelerin gözyaşı yoktur. Dünya kuru ve soğuktu ve sözcükler güzeldi." (syf. 155)



8 Mart 2011 Salı

Katilin Uşağı


"Hayat acayip bir şey diye gider ya kimi klişe, yaşadığımız olay klişelerin durduk yerde klişe adını almadıklarının kanıtıydı. Diyeceğim, hep böyledir; umulmadık bir şey, bir olay, tepenize çöküverir. Ne bileyim, mesela hava güzeldir, neşeniz yerindedir, iş diye evden çıkmış, yolda haydiri hoydiri diye şarkı mırıldanarak yürürken, belki de siz öyle yürümüyorsunuzdur, ona bir şey diyemem, kafanıza bir saksı düşer. Ya da gece vakti uyku tutmamıştır, şöyle balkona çıkayım, hava alayım der ve o ne, karşıda bir yerde, gökyüzünde sekiz çizmekle meşgul yeşil ışığı görüverirsiniz.

Ya da başımıza geldiği üzere, üzerinize kurşun yağmaya başlar.

Tabi illa böyle değildir; ne bileyim, dikkatsiz veya aldırmaz bir şoför üzerinize çamur sıçratabilir ya da piyangoyla sözleşmeli güvercin kardeşlerden biri kafanıza pisleyebilir. Veya hoş bir şeyler gelebilir başınıza. Nadiren. Ama sonuçta her gün yada günaşırı değil; belki ayda, belki yılda veya on yılda bir veya hayat boyu bir kere ama mutlaka beklenmedik bir şeyler olur. Ve çoğunlukla bunlarına ardından, tarihin belki en eski, en kişisel ve işin aslı, kabul edilsin edilmesin, kendi küçücük varlığımızı gözümüzde ne biçim büyüttüğümüze delalet etmesi bakımından en önemli sorusu gelir: 'Neden ben?'

Özel dedektifliğe başlamamızdan önceki dönemin her şeyden şikayet ettiğim gecelerinin birinde, Tefo yukarıda bahsettiğim soruya, şu yaşıma dek benimseyebildiğim ve başka otuz yedi milyon altı yüz yirmi üç bin yüz elli bir kişi tarafından bulunduğunu ve sorulduğunu bildiğim tek ve malum retorik yanıtı vermişti: 'Neden olmasın?'"
Algan Sezgintüredi'nin acemi ve kafadar dedektifleri Vedat ve Tefo üçüncü maceralarıyla arz-ı endam ediyorlar. Dedektifliğe başladıktan sonra ünleri artık yayılan ikilimiz, zengin bir kocanın eşini takip ederken Polonezköy'de gittikleri bir partinin silahlı kişilerce basılması yeni hikayemizin başlangıcını oluşturuyor. Eşi hamile olan Tefo, biraz da doğacak çocuğunu düşünerek dedektiflikten ayrılmaya karar verince Vedat tek tabanca kalıyor. Yalnız kalan Vedat'sa tahmin edileceği üzere dağıtıyor. Fakat az önce bahsettiğimiz saldırının kurbanlarından Faruk Yutmaz'ın eşi Şahane Hanım, Vedat'tan kocasının öldürülmesinin araştırılmasını talep edince Vedat polisle de iş birliği yaparak  Faruk Bey'in ölümünün şüpheli olduğunu ve klasik bir tabirle işin içinde iş olduğunu farkediyor...

Katilin Uşağı, serinin diğer iki kitabının aksine siyasi olaylara el atıyor. Tabi siyasi olaylara göndermeler yaparken sınıf farklılığı, siyasi nüfuz gibi konulara da parmak basmadan geçmiyor. Emniyet teşkilatında davanın ağırdan alınması, suç delillerinde oynama, nüfuzlu kişilere ulaşamama... Tabi serinin diğer kitaplarının aksine şaşırtıcı bir finalle bağlanıyor hikaye. Yine de sona ulaşırken bunun Vedat ve Tefo'nun son macerası olmadığına dair ipuçları da yok değil.

Sezgintüredi'nin satırlarını okurken yine bol bağlaçlı ve noktalama işaretli bir anlatımla karşılaşıyoruz. Vedat'ın ağzından yazarken lafı dolandırmasına, yer yer konu dışına çıkarak ayrıntılara yer vermesine rağmen kendini okutmasını biliyor.

Algan Sezgintüredi kitapları, bestseller polisiye romanlardan değil. Vedat Kurdel ve Tefo'nun maceralarını okuyun, kaliteli polisiyenin tadını hissedeceksiniz.  

7 Mart 2011 Pazartesi

Tasma


Fransız edebiyatının skandallarıyla ünlü asi kızı Françoise Sagan'la 'Günaydın Hüzün'le tanışmıştım. Sahafta gezerken denk geldiğim 'Tasma' kitabını görünce tekrar hatırladım. Kitabı almak gibi bir niyetim yokken fiyatının 2 TL olduğunu duyunca koltuğumun altına yerleştirerek evin yolunu tuttum.

Varlık bir ailenin kızı olarak dünyaya gelen ve henüz 18 yaşındayken yayınladığı ilk romanı olan Günaydın Hüzün'le ismini duyuran Sagan; babası, soyadları lekelenir diyerek kitap yazmasına mesafeli davranıp karşı çıkınca, Marcel Proust'un 'Kayıp Zamanın İzinde' isimli kitabındaki 'Sagan Prensesi'nden esinlenerek soyad olarak 'Sagan' soyadını kullanmaya başlamış. Skandallar, uyuşturucu, sigara, alkol, gece hayatı ile geçen bir yaşamda genelde kitaplarının konusunu Fransız buruvazisi oluşturuyor.

Tasma, konu olarak yine Fransız burjuvazini ele alıyor. Aslında sıradan, gündelik bir konuyu işliyor olmasına rağmen, Sagan'ın anlatım konuyu ilgi çekici ve okunur kılıyor. Romanın anlatıcısı, Vincent. Kahramanımız Vincent, fakir olarak adlandırabileceğimiz bir çevrede yetişen bir piyanist. Varlıklı bir ailenin kızı olan Laurence ile evlendikten sonra Paris sosyetesinin içine girmesine rağmen, sosyete çevrelerinde pek kabul görmemiş, kızın ailesi tarafından da reddedilmiştir. Vincent'in (ve Laurence'in) yaşamı, bir film için yaptığı müzikle değişir. 'Sağanak' ismi verdiği parça o kadar tutulur ki Oscar'a bile aday olur. Bir anda bütün gözler üzerine çevrilen Vincent, artık hem ünlü hem de zengin biridir.

Kitap ilerledikçe Fransız burjuvazisinin bir panaroması karşımıza çıkıyor. Bu çevrede kabul görmeyi ve bu çevrede tutunmayı Vincent ancak paraya kavuşunca farkedebilir: "(...) bu kişilerin yanında benim servetim uzun süreli bir saygıyı hakettirecek miktarda olmayabilirdi. Sadece aç olmak yetmiyordu aynı zamanda da cimri olmak gerekiyordu, veya daha büyük havalarla ifade etmek gerekirse yalnızca kurnaz olmak yetmiyor, aynı zamanda da uyanık olmak gerekiyordu. Kısacası zengin olmak bir şey değildi, asıl önemli olan zengin kalabilmekti!" (syf. 110)

Sayfalar ilerledikçe hastalıklı bir aşka da şahit oluyoruz. Laurence'in kıskançlıkla dolu, bir eşya gibi sahiplendiği Vincent aşkı, Vincent'in paraya kavuşmasıyla bir panik ve paranoyaya döner. Vincent ise belki de farkına varıp da kendine itiraf edemediği şeyleri artık daha sık düşünmektedir: "(...) Yedi yıldır gururumu kırıp kırmadığına hiç aldırmamıştı, öfkeli olsam ve öfkemi zorla gizlesem bile tek istediği yanında olmamdı. Her zaman beni elinde tutmayı ve bunu bana hissettirmeyi düşlemişti; (...) Kendisini aldatan bir kocanın kurum ve kalabalıklarına maruz kalmayacaktı. Benimle bu nedenle evlenmişti, çünkü benim zayıf olduğumu kendisini aldatmama engel olabileceğini düşünüyordu; o mal sahibi, ben ise eşya olmuştum; beni asla sevmemiş, bana sahip olmuştu(...)" (syf. 76)




28 Şubat 2011 Pazartesi

Not Defterimden

- Son günlerde televizyon ve radyolarda dolaşan emeklilik reklamına denk gelmişsinizdir: Dede emeklilik nasıl? diye bir şeyler soruyordu çocuk. İlk kez dün akşam denk geldim ben bu reklama, bir süre dinledikten sonra Paul Feyerabend'in 'Vakit Öldürmek' isimli otobiyografik kitabında geçen bir paragraf aklıma geldi. Şu an için emeklilik benim için çok uzak bir hayal olmasına rağmen aklıma takıldı ya; kitaplıktan kitabı bulup tekrar okudum o kısmı:
"Annem kuaföre giderken ben de giderdim. 'Büyüyünce ne olmak istiyorsun?' diye sorduklarında 'emekli olmak!' derdim. Bu cevabın gerekçesi vardı. Parkta kumdan kaleler yaparken, ellerinde çantalarla dolu tramvayın peşinde koşan telaşlı insanlar görüyordum. 'Bu insanlar ne yapıyor?' diye soruyordum anneme. 'İşe gidiyorlar' diyordu. Bir de bankta oturmuş, sessiz sedasız güneşin keyfini çıkaran insanlar görüyordum. Onları sorduğumda 'onlar emekli' derdi. İşte bundan dolayı emeklilik çok cazip görünüyordu."

- Öğretmen bir arkadaşımdan duymuştum: Bir gün öğrencilerine şöyle bir soru yöneltmiş: 'Sizce zenginliğin ölçütü nedir, çocuklar?' Bir öğrencisinden aldığı cevabı söylediğinde hem çok şaşırmış hem de çok hoşuma gitmişti: 'Bence zenginlik, hoşuna giden bir kitap olduğu zaman fiyatını merak etmeden, sormadan alabilmektir.' 



- Kitaplığım aldı başını gidiyor. O kadar çok okumadığım kitap birikti ki... Genelde okumaya çalışan herkeste aynı sorun vardır; okuduğundan daha hızlı ve daha fazla kitap almak. Dur demek istiyorum kendime ama bazı kitapları görünce dayanamıyorum. 

- Hayattaki gerçeklerle doğrular maalesef birbiriyle uyuşmuyor. Doğru olan benim bunca yıl emek verip eğitimini aldığım işi yapmam ama gerçek olan sevmediğim bir işte çalıştığım. Neyse...

Zindan Adası


Martin Scorsese'nin yönettiği ve onun vazgeçilmez aktörü Leonardo Di Caprio'nun başrolde oynadığı filmi bilmeyen yoktur galiba. Filmini izlememe rağmen geçen aylarda sahafta gezerken gözüme çarpan kitabını almadan edemedim.

Clint Eastwood'un yönettiği Gizemli Nehir filmin uyarlandığı romanın da yazarı olan Dennis Lehane'nin bu romanı 1950'ler Amerikasında geçiyor.  Teddy ve Chuck isimli polislerimizin, akıl hastası mahkumlar için yapılmış Ashecliffe Hastanesini bulunduğu adaya, kaçan bir hastayı araştırmak için gitmeleriyle başlıyor filmimiz. Kasvetli bir anlatımı var kitabın, okudukça paranoya, korku, gerilim, gizem dolu satırlar bekliyor sizi. Bir de bol yağmur ve Teddy'nin kederi...

Kitap  sinemotografik anlatıma uygun veya ben filmi izlediğimden herşey çok çabuk canlanıyordu zihnimde. Karakterlerin isimleri geçtikçe Leonardo Di Caprio, Mark Ruffalo, Ben Kingsley hep gözlerimin önünde belirdi. Yani önce izlenp sonra okunan çoğu eser gibi eksik bir tat bırakıyor insanda. Belki bunda çevirinin kötülüğünün de etkisi vardır. Klişe bir laf olacak ama, filmi kitabından daha iyi gibi duruyor.

Filmde yer almayan ve kitabın ilk kısmını oluşturan Prolog bölümünden bir parça:

"Zamanın benim için, hayat hikayemde ileri geri hareket etmek, geçmişte beni etkileyen olaylara tekrar takrar dönmek için kullandığım bir dizi kitap ayracından ibaret olduğunu söylemişti bir keresinde. Ki bazı parlak meslektaşlarım bunu depresiflerin en tipik özelliği kabul eder.(...) Sanırım iyi değilim. Şu sıralar sık sık eşyalarımı kaybediyorum, en çok da gözlüklerimi. Ve araba anahtarlarımı. Dükkanlara girip oraya niye geldiğimi unutuyorum, sinemadan hangi filmi izlediğimi hatırlamadan çıkıyorum. Eğer zaman benim için gerçekten bir dizi kitap ayracıysa, biri kitabı sallamış ve içindeki o sararmış kağıt parçalarını, yırtılmış kibrit kutusu kartonlarını, kahve karıştıcılarını yere dökmüş, kıvrılan sayfa kenarlarını düzeltmiş olmalı. /İşte bu yüzden yazmak istiyorum.(...)" (syf.1-2)

25 Şubat 2011 Cuma

Sınır Tanımayan Cesetler



Sınır Tanımyan Cesetler hakkında daha önce yazmıştım. Dün notlarımı aldığım defter bitince yenisine geçmeden karıştırırken gözüme çarpan şu uzun alıntıyı paylaşmak istedim.

"- Eğer, bir konuk evinizde birdenbire ölüverirse sakın polise haber vermeyin. Bir taksi çağırın ve şoföre, rahatsızlanmış olan bu arkadaşınızla birlikte sizi hastaneye götürmesini söyleyin. Ölüm, acil servise vardığınızda fark edilecektir. Siz de buna dayanarak adamın yolda öldüğünü söyleyebilirsiniz. Böylece, kimse başınızı ağrıtmayacaktır.
- Ben olsam, polisi aramayı değil de bir doktoru aramayı düşünürdüm.
- Bu da aynı şey. Bu adamlar aynı kaba işerler. Pek sevmediğiniz biri evde kalp krizinden ölürse, birinci derecede şüpheli siz olursunuz.
- Eğer ölüm sebebi kalp kriziyse, neden şüpheli olacakmışım?
- Bunun bir kalp krizi olduğu kanıtlanmadığı sürece eviniz bir cinayet mahali olarak kabul edilecektir. Artık hiçbir şeye dokunamazsınız. Yetkililer evinizi işgal eder, bedenin konumunu tebeşirle işaretlemezlerse şanslı sayılırsınız. Artık kendi evinizde değilsinizdir. Size binlerce soru sorarlar, binlerce kez aynı soruları.
- Eğer insan suçsuzsa, sorun bunun neresinde?
- Suçsuz değilsiniz. Biri sizin evinizde öldü.
- İnsanın bir yerlerde ölmesi gerek.
- Sizin evinizde ölüyor; sinemada, bankada, kendi yatağında değil. Herifçioğlu öbür dünyayı boylamak için sizin evinizde olmayı beklemiş. Rastlantı diye bir şey yoktur. Eğer sizin evinizde ölmüşse, sizin de bu işte muhakkak bir rolünüz vardır.
- Yok canım, bu insan sizin bilmediğiniz güçlü bir heyecan yaşamış olabilir.
- Bu heyecanı sizin evinizde yaşamak gibi kötü bir zevki varmış. Hadi siz bunu kalkın da polise açıklayın. Yetkililerin sonunda size inandıklarını varsayalım, bu süre içinde ceset sizin evinizdedir, kimse ona el süremez. Kanepenizde ölmüşse artık kanepenizde oturamazsınız. Masanızda ölmüşse, yemeklerinizi onunla paylaşmaya alışın. Bir cesetle birlikte yaşamanız gerekecek. İşte bunun için size yine söylüyorum: Bir taksi çağırın. Bu konuda gazetlerde yer alan kalıplaşmış cümle hiç dikkatinizi çekmedi mi: 'Şahıs hastaneye götürülürken yolda öldü.'
- Paranoyayı biraz fazla ileri götürmüyor musunuz?
- Kafka'dan beri bu kanıtlandı: Paranoyak değilseniz, suçlusunuz.
- Bu durumda asla misafir kabul etmemek en doğrusu.
- Bunu söylediğinizi duyduğuma memnun oldum. Evet, en doğrusu asla misafir kabul etmemek.
- Beyefendi, biz burada ne yapıyoruz şu anda?
- Biz misafir kabul etmiyoruz, misafirliğe geldik. Küçük birer şeytanız biz. Ev sahiplerimizin, gelip onların evlerinde ölmemiz tehlikesini göze almaları içn bizim durumumuzu tartmaları mı gerek?
- Bana pek sağlıklı görünüyorsunuz.
- Öyle sanılır. Bunun ne demek oduğunu biliyorsunuz. Biz aksini düşündüğümüzde geç kalınmış olur. Belki de yaşayacak çok az zamanımız kalmıştır. Bu zamanı eğlenceli bir hayata feda etmememiz gerekirdi.
- Peki öyleyse neden buradasınız?
- Sizinkiyle aynı olduğunu düşündüğüm bir nedenle: Reddetmek zor olduğu için. Bus soru şu sorudan daha az gizemli: Ev sahiplerimiz neden bizi davet ettiler?
- Ne sizin kalitenizden, ne de çevremizdeki insanların kalitesinden söz ediyorum. Burada bulunan zeki, birbirlerine karşı açıkça bir sempati hatta dostluk duyan bütün bu insanların birbirlerine söyleyecek hiçbir şeyleri olmaması, durumu daha da garipleştiriyor. Onlara kulak verin. Bu kaçınılmaz bir şey: Yirmi beş yaşını geçtikten sonra insanların tüm bir araya gelişleri bir yinelemedir. Bir sizinle konuşur ve siz, 'işte 226 numaralı tekrar durumu' diye düşünürsünüz: Ne sıkıcı. Bunları çoktandır öyle iyi biliyorum ki. Bu akşam burada bulunmamın tek nedeni, ev sahiplerimle bozuşmak istememem. Sohbetleri beni hiç çekmese de onlar benim dostlarım.
- Peki karşılığında siz onları hiç davet etmiyor musunuz?
- Asla. Beni neden hala davet ettiklerini hiç anlamıyorum.
- Çünkü belki de siz kendinizin en iyi karşı örneğisiniz: Az önce bana ölüm konusunda anlattıklarınızı şimdiye dek hiç duymamıştım."  

Sınır Tanımyan Cesetler
Amélie Nothomb - Doğan Kitap

24 Şubat 2011 Perşembe

Katilin Meselesi


Algan Sezgintüredi'nin, 'Katilin Şeyi' ile bizlerle tanıştırdığı acemi dedktifler Vedat Kurdel ve Tefo, ikinci maceralarıyla arz-ı endam ediyorlar. Son maceralarının üzerinden yaklaşık bir sene geçmiş, Tefo yeni evli ve balayında, onları ziyarete giden Vedat, asker arkadaşından bir yardım çağrısı alır. Tefo'nun evlenmesinden sonra biraz da kıskançlık ve terkedilmişlik duygularını da yanına alarak taze evliler Tefo ve Ayla'yı İstanbul'a gönderip kendisi Pınarkesen'e yollanır.

Vedat'ın askerlik arkadaşı Davut'un  ondan yardım istemesiyle Pınarkesen isimli bir Ege kasabasına giden Vedat, Hamletvari bir olay örgüsünün içinde kendisini buluyor. Şarabı, yeni bulunan antik kalınıtıları ve denizi ile yeni yeni ünlenmeye başlayan tipik bir Ege kasabası. (Pınarkesen, o kadar güzel tasvir ediliyor ki bu kurmaca kasabayı gidip görmek istiyor insan.)

Vedat'ın ilk izlenimleri ölü bir kasaba olsa da; büyük sırlar gizliyor Pınarkesen. Kasabanın en nüfuzlu aile olan Bağkuran ailesinin sevilen reisi Şaduman Bey'in kalp krizinden ölmesinden sonra meydana gelen olaylar Shakespeare'in Hamlet'inin bir temsili adeta. Şaduman Bey'in ölümünden sonra yerine kardeşi Şahap Bey geçer, fakat bir süre sonra Şaduman Bey'in hayaleti ortaya çıkarak kasabalıya gözükmeye başlar. Bunların üstüne Şaduman Bey'in yurt dışında okuyan oğlu Selçuk'un yurda döndükten sonra tutarsız hareketler yapması, Selçuk'un nişanlısı Filiz'in abisi tarafından Selçuk'tan uzak durması için tembihlenmesi, Şaduman Bey'in karısı hakkında köyde dedikodular çıkması üzerine nişanlısının amcasını öldüreceğinden şüphelenen Filiz, Davut'tan Davut ise Vedat'tan yardım ister. Olaya el koyan Vedat, bir çok sırrı ortaya çıkardıktan sonra gölgede kalanla için ise zaten sürekli telefonla bilgi verdiği Tefo devreye girecektir.

Algan Sezgintüredi'den yine sevilecek, heyecanlı, şenlikli ve merak dolu bir hikaye...

Satranç





"Raviyan-ı ahbar, nakilan-ı asar şöyle rivayet ederler kim; Hintli hakim Nasır Dühr, satrancı icad etti. Beyin savaşı mahiyeti taşıyan bu oyunu, Talmend Şah'a öğretti. Şah çok memnun kaldı. Nasır Dühr'ü mükafatlandırmak istedi. Ol zamanda şahların gönlü gani, hele hele ilim ehline karşı elleri gayetle açık idi. Sordu:
- Dile benden ne dilersin?
- Devletinizin bekasını, zatınızın sağlığını...
- Temennilerine teşekkür ederim. Amma ki, bu mükemmel oyunumükafatlandırmak isterim.
- Devletlum, madem ısrar ediyorsunuz, hazinedarınıza emir buyurunbirinci haneye bir buğday, ikinci haneye iki misli, yani iki buğday, üçüncü haneye dört, dördüncü haneye sekiz buğday koysunlar.
- Hepsi bu mu?
- Beli devletlum. Her haneden sonra gelen haneye, bir evvelkinin iki katı hesabıyla, altmış dört hane doldurulsun.

Şah, hazinedara, hazinedar, defterdara, defterdar; zahire eminine bu isteği bildirdiler. Zahire emini: 'Canım beş altı çuval buğday verelim olsun bitsin; bir, iki, dört, sekiz diye buğday sayılır mı?' diye itiraz ettiler, 'Karar böyle, şahın emridir. Tiz yerine getirile!..'

Zahire emiri bir çırak çağırıp bu emri havale etti. Çırak satranç tahtasını önüne aldı. Birinci haneye bir buğday, ikinci haneye iki buğday, üçüncüye dört, dördüncüye sekiz buğday koydu.

Beşinciye on altı, altıncıya otuz iki, yedinciye altmış dört, sekizinciye de yüz yirmi sekiz buğday koymak icap etmişti. Birinci sıranın son hanesi buğdayı almamış, çırak da avucuna saymıştı. İkinci sırayı avuç hesabı yapmaya başladı, sekizinci haneye geldiğinde, yüz yirmi sekiz avuç buğdayı koyduğu ölçek dolmuştu. Çırak, üçüncü sırayı ölçek hesabına vurmaya başladı.Vakit öğleyi geçmiş, yorgunluktan bitmişti. Üçüncü sıranın sonunda hesap, yüz yirmi sekiz ölçek buğdaya baliğ olmuştu ki, bu da on çuval demekti. Çırak dayanamadı kalfasına koştu. Kalfa hesaba baktı doğruydu.

Dördüncü sırayı, çırakla kalfa birlikte hesab ettiler. Birinci sıraya on, ikinciye yirmi, üçüncüye kırk derken sekizinci hanenin hesabı, bin iki yüz seksen çuval ediyordu ki, bu da devletin yıllık saray zahiresi tutarı demekti. Kalfa hayretler içinde, zahire emini ağaya koştu. Ağa: 'Bre nasıl olur? Yürü beraber bakalım!..'

Anbara indiler. Hesabı baştan yaptılar. Yanlış bir şey yoktu. Bu usul takip edilerek hesap yürütülürse, beşinci sıranın sonunda, altı milyon dört yüz yedi bin altı yüz seksen çuval buğday gerekiyordu. Bu da, o zamanki Hindistan'ın on iki yıllık üretimi idi. Zahire emiri defterdara, defterdar hazinedara koştu. Altıncı, yedinci ve sekizinci sırayı hesap etmektense, vaziyeti şaha arzetmeyi yeğ tuttular.

Talmend Şah'a vardıklarında onu, satranç takımının başında düşünür buldular. Hakim Nasır Dühr de karşısında idi, bir fil ve atla 'Şah!' demişti. Hükümdar şahı kurtarsa vezir gidiyordu. Veziri verirse, üç hamle sonra mat olma tehlikesi vardı. Defterdarın ve hazinedarın telaşla huzura girmeleri üzerine şah başını kaldırdı:
- Hazinedar Ağa, bir dileğin mi var?..
- Şahım, boynumuz kıldan ince, velakin hakimimizin isteğini yerine getirmemizin mümkünatı yoktur.
- Bir torba zahirenin lafı mı olu ağa?
- Biz dahi  öyle düşünmüştük şahım, amma eldeki hesap satranç tahtasına uymadı, buyurun en iyisi şu kağıttaki hesabı tetkik buyurun.

Talmend Şah, kağıdı aldı. Daha beşinci sıradaki hesabı görünce şaşakaldı. Nasır Dühr'ün yüzüne 'şimdi ne olacak?' manasında baktı. Hakim:
- Şahım, hesabın böyle çıkacağını biliyordum. Size satrancın ne kadar büyük bir oyun olduğunu anlatmak istedim."
(...)

Satrançname
Fırat KIZILTUĞ - Kubbealtı Neşriyat