"Her ne kadar fikri yabancı bir yayından almış olsa da, babam İspanya'nın ilk elektrikli neşterini üretmekle övünürdü. Yarığın tertemiz ve jilet gibi oluşundan ötürü yüzünde beliren hayret ifadesiyle atölye tezgahına eğilmiş, bir sığır filetosuna kesik atarken onu seyrettiğimi anımsıyorum. Gözleri fal taşı gibi açılmış halde filetoya bakarken, bana dönüp de söylediği şu kati cümle hala bugün gibi hatırımda:
'Şuna bak Juanjo, yarayı daha keserken dağlıyor.'
Şimdi olduğu gibi, ne zaman bir deftere yazı yazacak olsam, sanırım elinde elektrikli neşteriyle babamı andırıyorum, çünkü yazma edimi de yaraları aynı anda hem deşiyor hem dağlıyor."
Kitabı okumaya başlayıp daha ilk sayfalarda bu ifadelerle karşılaşınca elimden bırakamayacağımı anlamıştım. 1946 doğumlu bu İspanyol yazar J. Jose Millas'ın otobiyografik diyebileceğimiz bu romanını önce Emrah Serbest'ten okumuş sonra da Yekta Kopan'ın blogunda görmüştüm. Kitabı okuduktan sonra dedikleri kadar varmış dedim ve Türkçe'ye çevrilmiş başka kitabı var mı diye araştırdım; T.İş Bankası Yayınlarından çıkan Sakın Yatağın Altına Bakma isimli bir kitabının daha çevrildiğini gördüm. (Listeye bir kitap daha girdi.)
J.José Millas, özellikle çocukluk - ilk gençlik ekseninde hem kendini hem de geçmişini sorguluyor. Bir nevi yukardaki alıntıda belirttiği gibi yazarak ve hatırlayarak yaralarını dağlıyor. İlk bölümde annesi, babası, evi ve soğuk ekseninde çucukluğunu deşiyor. Özellikle çocukluğunda kişiliğini şekillendiren figürlerin baskınlığı ve bunların bir çocuğu nasıl etkileyebileceğini okurken hüzünlenmedim değil. Sıcak Valencia'dan soğuk Madrid'e taşınmak ve buna alış(ama)mak. (Başlangıçta soğuk vardı. Küçükken bir kez üşümeye görün, ömür boyu üşürsünüz, çünkü çocukken gelen üşüme asla geçmez. - syf.11) ya da kişiliğini belirleyen (her çocuğun) anne imgesi ve bunu yıkma, annenin ağır kişiliğnden kurtulma çabalarına tanık olma; (Ağlamaya başladım. Bunun üzerine yüzümü okşayarak asla ölmeyeceğini söyledi, inandım buna. Bu vaat ilkin yaraları dindiren bir merhem gibi geldi, sonrasındaysa bir tehdit.(...) Büyüdükten sonra bu vaadin bir tehdit olduğunu anlamıştım. Anlamıştım ki esasında annem, ölse bile ölmeyecekti. - syf.34)
İkinci bölümde artık biraz daha büyümüştür; sokak, arkadaşlık, aşk, mahalle, ölüm figürlerini görüyoruz. Dokuz çocuklu bir ailede büyümüştür. Yokluk ve ilgi eksikliği her zaman karşısındadır. Ailenin tek çocuğu olan arkadaşlarına imrenir, (Ağabeylerimin birinden kalan çok eski bir el çantası ve onlara küçülen giysilerle yürürdüm. Her bakımdan ikinci el bir çocuktum. - syf.113) Aşık olur, 'ilginç değilsin' diye reddedilir, (Hayatın anlamı kalmadığından değil, hayat diye bir şey kalmamıştı ki. - syf.130) hayal kırıklığını ve ömür boyu Maria José imgesini hep peşinde sürükler.
Millas, kendini rahatsız eden ya da şu anda kendini kendi yapan hatıraları, koşulları anlatırken sanki psikolog koltuğuna uzanmış. Örnek alınan anne figürü, sonra bu figürden kaçma çabaları, intihar etme isteği, ilk gençlik bunalımları, aşk acısı... Tek tek gün yüzüne çıkarıyor. Din, dine bakış açısı, tanrı kavramı, güah çıkarma olgusu küçük bir çocuğun gözünde nasıl anlam buluyor. Ona göre günah her yerdedir; neyse ki günah çıkarma vardır da sayaç kolayca sınıflanır.
Kitap boyunca her bölümde karşımıza çıkan diğer bir figür Maria José'dir. Ona tutulması, hayatın farklı dönemlerinde karşılaşmaları, bu aşkın peşinde savruluşu, sevinçleri, hayal kırıklıkları.
Bir yazarı yazar yapan yolları, iz bırakan anılarını, aşklarını, heyecanlarını, hayal kırıklılarını, acılarını okuyun. Millas'ın peşine siz de düşün.
"Her şey çürüktü. Ben doğduğumda dünya bu kadar çürük değildi sanki ama çok geçmeden öyle oldu." (syf.15)
"Büyüklerin korkusu küçüklerde dehşet uyandırır."(syf.21)
"Anımsa ey insanoğlu, topraktan geldin toprağa gideceksin. Hayatın bir parantezden daha başka bir şey olmadığını bilmek ferahlık veriyordu. Dehşetengiz bir ferahlık."(syf.104)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder